“Adın nedir?” diye sorduğumda yüzünde utangaç bir ifade belirdi. Yaşına ve görüntüsüne çok zıt, çocuksu bir ses tonuyla yanıtladı:”Sevcan!”. Yüzüne baktım. Kırklı yaşların başında olsa gerekti. Kucağında birleştirdiği ellerini ovuşturup duruyordu. Yakınmasını sorduğumda yüzüne kocaman bir gülümseme yayılıverdi. “Bilmiyorum...”
Yanındaki yaşlı kadın lafa girdi: “Doğumda oksijensiz kalmış. Geri zekalı oldu böyle.” Yıllardır alışkın olduğu bir açıklamayı yinelemenin bezginliği sinmişti yüzüne. Şikayetinin ne olduğunu bu sefer annesine sordum. “Biraz ateşi çıktı. Öksürüyor. Haa bir de boğazı ağrıyormuş!” Sevcan, sanki kendisinden söz edilmiyormuşçasına hala gülümsüyordu.
Muayenesini yapmak için ona yaklaştığımda biraz ürkek, çokca da meraklı gözlerle beni izliyordu. Yapmasını istediklerimi tam anlamıyla yerine getirdi. Uslu bir çocuk gibiydi; sadece kocaman bir çocuk… Reçetesini düzenlemeye başladığımda yaşını sordum. İşaret parmağı ve orta parmağını kaldırarak bana gösterdi ve “İki “ dedi kıkırdayarak. “Kırk bir yaşında” dedi annesi…
Evlerinin telefonunu ya da adresini bilip bilmediğini sordum. Öğretememişler bir türlü. “Hiç olmazsa kolye ya da bir künye üzerine size ulaşabilecekleri bilgileri yazdırsanız…” dedim çaresizce. “Bazen evden kaçıveriyor. Ama mahalleli tanıdığı için hemen geri getiriyorlar” dedi annesi. Belki bir gün mahalle sınırlarının ötesine kaçabilirdi Sevcan. Bu kocaman çocuk kadın , kaybolduğu anda onu bekleyen bir çok tehlikeyle baş başa kalabilirdi.
Yıllar önce, zihinsel problemi olan kızlarına tecavüz edilmesi yüzünden kürtaj yaptırdıkları için kızlarının tüplerini bağlatan anne baba geldi aklıma… Ürperdim… Bu onun da başına gelebilirdi… Dövülüp, incitilebilirdi. Karşıdan karşıya geçerken trafik kurbanı olabilirdi. Kendi yarattığı o saf ve temiz dünyanın dışına çıkmak, ona her şekilde zarar verecekti.
Hırçınlığı olup olmadığını, kendisine veya başkalarına zarar verip vermediğini sordum. Annesi ilk kez gülümsemişti. Sevgiyle ona baktı: “Çok iyi huyludur benim kızım. Hiç üzmedi beni bugüne kadar…” Saçlarını usulca okşadı. Sevcan şu anda annesinin koruyucu kanatlarının altında güvenli ve mutlu bir yaşam sürüyordu. Peki ya sonra? Onun üzerine titreyen bu anne baba göçüp gittiğinde bu dünyadan, kim koruyacaktı Sevcan’ı?” Kim uzatacaktı ona elini? Kafamda onunla ilgili bir çok endişe bulutu birikmeye başlamışken, yaşlı kadının sesiyle irkildim...
“Sorun bakalım doktor hanım. Kiminle evlenecekmiş benim kızım?” dedi kadın. Sanırım yanıtını en çok sevdiği soru, belki de bir gün gelip, kızının da normal bir hayat sürmesine duyduğu özlemin dizginlenemeyişiydi… Sevcan’ın birden yanakları pembeleşti. Gözlerini süzüp, kıkırdayarak yanıtladı: “Subayla evlenicem ben... Hem subayla evlenicem; hem de dört tane çocuğum olacak!”
Not: Hastalarımla ilgili aktardığım bu yaşam öykülerinin hepsinde de, söz konusu kişilerin gerçek isimlerini kullanmıyorum. Bir kez daha hatırlatmak istedim…
Fotoğraf: www.deviantart.com
Elbette sahip çıkmalıyız ama bunu pratiğe dönüştürmek çok zor Özlemciğim. Ailelerin bu tarz çocuklarla ilgili en büyük endişeleri, onlar öldüğünde çocuklarına kimin ve nasıl bakacağı... Mutlaka hem devlet hem de gönüllü kuruluşların elele vererek çözüme ulaştırabileceği, çok ciddi bir sorun...
YanıtlaSil8,5 milyon engellimiz varmış. Ve giderek artıyormuş.
YanıtlaSilBazı devlet güvenceleri var. Anne, babanın maaşı kalıyor sanırım. Ama şefkati maalesef :( Ve engelliler için en büyük kayıpda bu.
Bırakın anne, baba şefkatini arkadaş,dost ihtiyacı bile karşılanamıyor. İnsanlar acıma dışında kendilerinden biri olarak kabullenemiyorlar engellileri henüz.
8.5 milyon engellinin kaç tanesini günlük hayatımızda görebiliyoruz? Kendi kendine bakabilenler dışında kalanlar için en büyük sıkıntı, ailelerinin kaybı. O ailelerin gözlerinde o hüznü ve çocuklarının onlardan sonra ne olacağını bilememenin endişesini görmek kahredici. Bu sadece onların değil hepimizin sorunu aslında. Çünkü bir gün biz de hayatımızda bu tip engellerle karşılaşabiliriz. Katkınız için teşekkür ederim Enis Bey...
YanıtlaSil