Bu sabah uyandığımda, hala dün gecenin rehavetini üzerimde taşıyordum. Her sene bir aylığına gittiğim geçici görevlerden birisine daha başlamıştım ne de olsa. Kaş ilçesine bağlı bir köye gelmiştim görevli olarak. Kaş ismine aldanmayın; çünkü gittiğim köyün -yani Gömbe’nin- Kaş ile uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bugün gelen bir hastamın söylediğine göre Türkiye’nin üçüncü önemli yaylasıymış burası.
Antalya’nın ılık havasının yavaş yavaş yamanlaştığı yaklaşık 2.5 saat süren bir yolculukla ulaştım Gömbe’ye. Dağların arasında kıvrımlar oluşturan yoldaki tek tük aracı saymazsak oldukça sakin bir yolculuk oldu benim için. Geçen sene Mayıs ayında da yine aynı yere görevlendirilmiş olduğumdan, artık yolu ezbere biliyordum. Tanıdık yüzlerle karşılaşmak benim yabancılık çekmememi sağladı haliyle.
Sağlık memurumuz Batuhan, eşi ve oğluyla beraber çıktığımız öğle yemeğinde, ızgara köftesiyle meşhur Çörekçi Restoran’da aldık soluğu… Yerken, bu tadı gerçekten de özlediğimi fark ettim. Öğleden sonrası bir köy için oldukça yoğun sayılabilecek bir hasta trafiği ile geçti. Rıza Bey ile tanıştık örneğin. Konuşması, gülümsemesi ve yaşama bakışıyla, yaşadığı altmış senenin asla boşa geçmediğinin canlı bir örneğiydi adeta…
Bir de Melike vardı. İlkokul 4. sınıfa gidiyor; bakışları zehir gibi. Adaş olduğu bir sınıf arkadaşıyla beraber gelmişlerdi muayeneye. Yakınmasını, daha önce hangi ilaçları kullandığını ve sonrasındaki durumunu son derece düzgün cümleler kullanarak anlattı. Kayıt yapmak için TC kimlik numarasını sorduğumda ezberinden söyledi hiç tereddütsüz. Nice yetişkinin bırakın numarayı ezbere söylemesini, yakınmasını bile doğru düzgün anlatamadığını söyleyerek Melike’ye kocaman bir “aferin” dedim. Gözleri ışıl ışıl oldu. Dilerim ablalarının başına geldiği gibi okulu bırakıp,evlendirilmek zorunda kalmaz…
Akşam üstü, yanlarında kalacağım ailenin yanına , Gömbe’ye 17 km uzaklıkta bir başka köy olan Sütleğen’e doğru yola çıktım. İyice eğikleşmiş güneş ışıklarının karlı dağların tepelerindeki yansımasını seyretmek için bir süre yolun kenarında durdum. Yanıma nasıl olup da fotoğraf makinesini almayı unuttuğuma hayıflanarak yola devam ettim sonra. Yol boyunca baraj gölünün turkuaz dinginliğini, iri taşların üzerinden çağlayarak akan derelerin pırıltısını beynimin not defterine bir güzel kaydettim.
Fatma Abla ve Aziz Abi her zamanki sıcaklıklarıyla sarıp sarmaladılar beni. Odamı hazırlamışlar. Sobam kurulmuş, odunlarım yerleştirilmiş, Denizli’den aldığı koyu mavi çiçekli yatak örtüsünü sermiş Fatma Abla… İstemiş ki odam çiçek gibi olsun… Olmuş da! Akşam yemeğinde bizlere, kızları Serpil, damatları ve o köyün sağlık memuru Mehmet ve annesi de katıldı.
Çay faslından sonra artık odamdaydım. Sobadan gelen çıtırtılar eşliğinde, kucağımdaki bilgisayarda daha önceden yüklemiş olduğum filmlerden birisini izlemeye başladım. Nasıl olduğumu merak eden dostlarla yapılan telefon görüşmelerinin ardından, hatta belki de sobanın üzerindeki güğümün cızırdamasından, göz kapaklarımı taşıyamamaya başladığımı fark ettim. Cama vuran yağmur damlalarını dinleyerek derin bir uykuya daldım. Derin ve huzurlu…
“Bu sabah uyandığımda, hala dün gecenin rehavetini üzerimde taşıyordum” demiştim ya… Pencereden baktığım anda o uyuşukluktan eser bile kalmadı. Çünkü kar yağmıştı!!! Tabii belki bir çok insan için bu sıradan hatta sıkıntı verici bir olay olsa bile, benim gibi Antalya’da büyümüş birisi için oldukça heyecan verici bir durum. Nefis bir kahvaltının ardından ocağa gitmek için arabamın yanına geldiğimde, ön camın üzerindeki karlara dokundum usulcacık. O soğuk ıslaklığın içinde parmaklarım kaybolunca gülümsedim kendi kendime. Arabam da şaşkındı elbette; ne de olsa dokuz yıldır üzerine bir damla bile kar düşmemişti.
Öğle arasını fırsat bilerek yalnız kaldığım ve bu satırları yazdığım odamın penceresi azametli bir dağa bakıyor. Her fırsatta onu izlemekten müthiş bir keyif alıyorum. Dışarıdaki fırtınanın etkisiyle dağın eteklerindeki karlar bulutumsu bir görüntü yaratıyor. Güneşin yansıması yüzünden gözlerim kamaşıyor zaman zaman. Meditasyon cd leri hikaye bence… Doğaya gidin!!! Doğadan daha huzur verici bir şey yok çünkü…
Geçici görev gibi bir bahaneyle de olsa, işe gelirken dere kenarından geçmek, dağları izlemek harika bir duygu… Şimdilik bu kadar. Artık yavaş yavaş hastalar gelmeye başlar. Bakalım önümüzdeki günlerde neler yaşayıp, neler öğreneceğim? Bildiğim tek şey var; döndüğümde buraları çok özleyeceğim…
Simdi sabah sabah okumak iyi geldi.
YanıtlaSilCok guzel anlatmissin yahu...insanlarin sicakligini da, temizligini de, ortamin guzelligini de. Kalemine saglik.
Günlerin gecelerin;
YanıtlaSilGeçici görevin......
Güzel olsun YEŞO....
Ahh anlattım anlatmasına da asıl fotoğraflayabilseydim tam olacaktı. Haftasonundan sonra fotoğraflar da yüklenecek elbette. Çok sağol Alper...
YanıtlaSilÇok sağol Yonca... Şu anda fırtına giderek etkisini artırdı. Bu da benim şansım olsa gerek... Görüşmek üzere...
YanıtlaSildoğaya gitmek gerek sahiden de, içinde olmak, orada onunla yaşamak gerek belk de insanoğlunun ihtiyacı oan asıl şey bu ne dersin...
YanıtlaSilKesinlikle Özlemciğim... her gün işe aynı bu şekilde gitsek ne gam kalır ne tasa! Öptüm seni...
YanıtlaSilYeşo'cuğum bir de oraların tandırı meşhurmuş biliyor musun?
YanıtlaSilYemeden gelme bari:)))
Kimi kadınlar çok yüz barındırırlar küçük çizgilerinde tebessümlerinin
YanıtlaSilHer yere yakışandır alkışlanası duruşları vakur, cakasız
çok Yeşim lazım canım memleketime :)
ne kadar da güzel betimlemişsin yeşim abla karşılatığın hayatları, Antalya'nın o muhteşem doğasını ve sanki okuyanın gözleri oluvermiş kalemin... bizler de gittik o dere kenarına o güzel ortama kısa bir süreliğine de olsa baktık ki tadına hikayenin sorma çağırdı durdu doğa bizi de yamacına ve açınca gözleri hepimiz başka başka mekanlarda galiba sorduk kendimize "ertelemeyelim artık doğayla olan randevümüzü..." teşekkürler yeşim abla iyi geldi güne bu güzel yazıyla başlamak.
YanıtlaSilAyda bir kere kendimi doğaya atmayı artık görev edindim. Bu haftada Aladağlarda dolaşacağım. Yazında önce burnuma bacadan yükselen odun sobası kokusu geldi sonra gözümde koyu kahve tonlar azıcıkda koyu yeşil. Yahu seni okumak iyi geliyor bana. Sağol arkadaşım. Fotoğrafları bekliyorum.
YanıtlaSilKaptanzade.
Sen dolaş Engin... Fotoğraflarını merakla bekliyorum. Odun ve is kokusu ellerime sindi. Durup durup kokluyorum. Bol beyaz var burada... Beyaz ve inadına yeşil... Şimdi Antalya'dayım. Fotoğraf makinesi oraya gidecekler listesine eklendi:)
YanıtlaSilYine mi köfte;) Geçen sene de ağzımın suyunu akıtmıştın anlatırken... Neyse ki kısa kesmişsin bu kez o kısmı, aksi halde gecenin bu saatinde sokağa atardım kendimi, 'köfteciii' diye;) Yeşim'cim ben de Neylan'ın geçici görevi nedeni ile bir süredir eceabat'taydım... Bitti kurtulduk yani... Nöbet işin içine girince senin anlattığın gibi huzur telkin etmiyor yaşananlar gerçi, yine de bu güzel yazından feyz alıp yazarım belki...
YanıtlaSilYine köfte Serdarcığım; yine köfte:))) demek sen de geçici görevdeydin. Ben de artık merak etmeye başlamıştım senden ses soluk çıkmayınca. Nöbet çok sevimsiz bir şey. İnsanda huzur falan bırakmaz haklısın. Ama sen bence yazacak çok konu biriktirmişsindir. Görüşmek üzere...
YanıtlaSil