Hava çok soğuktu... Her yer gri buzdan yapılmış zırhların içine gömülmüştü adeta. Keyifli bir akşam geçiriyordum. Saat 23:3o sularında telefon açan sağlık memuru Mehmet'in sesi endişeliydi. Fenalaşan bir hasta için acilen aşağı inmemi istedi. Üzerimdeki pijamanın üzerine geçirdiğim mantomla gecenin ayazına fırladım. Kaldığım evin kapısının önünde tanımadığım bir otomobil beni bekliyordu. İçeride Mehmet'ten başka, genç bir kadın ve orta yaşlarda bir adam vardı. Hemen hastanın geçmişi, şu andaki şikayetleri ve kullandığı ilaçlarla ilgili bilgi almaya başladım. Daha önce iki kere kalp krizi geçirmiş aynı zamanda şeker hastası kırk yedi yaşında bir kadındı.Sağlık Ocağı'na gitmediğimizi farkedince şaşırdım. Hastanın beni orada beklediğini zannediyordum. Onu evden çıkartamadıklarını ve acilen bizi almak için geldiklerini öğrendiğimde benim de endişelerim artmıştı. Çünkü büyük olasılıkla yine bir kalp krizi geçiriyordu ve ev ortamında yanımda hiç bir ilaç ya da alet yardımı olmaksızın bir şeyler başarabilmem çok zordu. Ben bunları düşünürken iki katlı bir evin önünde durduk. Üst kattan çığlıklar yükseliyordu. Merdivenleri bir solukta çıktım.
Üzerime ilk kez kar taneleri düştüğünde otuz yaşındaydım. Yeni bin yılı karşılayacağımız günde, Ankara'da Kızılay Meydanı'ndaydım. Balıkesir'de yaşadığımız günlerde de mutlaka böyle bir deneyim yaşamışımdır ama anımsayamıyorum; çok küçüktüm. Ankara'nın gri ve puslu havasına inat bembeyaz düşen kar tanelerini hissetmek için yüzümü gökyüzüne çevirmiştim. Mantomun üzerine düşen kristalleri hayranlıkla incelerken, şemsiyelerini açmış telaşla bir yerlere yetişmeye çalışan ciddi suratlı insanların bakışlarına aldırmıyordum bile...