8 Kasım 2010 Pazartesi

BEKLERKEN

kopyasi-page

KANTİN


 


 


-         Tahminen ne kadar olmuştur ameliyata gireli?


-         8’e doğru aldılar ama sanırım biraz geç başlamış. Bizim hemşirelerden birisi söyledi.


-         Ufff! Hayırlısıyla çıksaydı içeriden…


-         Evet yaaa… Beklemek çok zormuş!


-         Dün gece nasıldı? Uyuyabildi mi bari?


-         Nerdeee? Gecenin bir vakti film çektirmeye kalktılar. Sonra da uyku muyku kalmadı tabii.


-         Vallahi ben de doğru düzgün uyuyamadım. Kendim ameliyat olacak olsam bu kadar heyecanlanmam.


-         Evde vedalaşırken de güya sakinmiş gibi davranmaya çalışıyordu ama yanaklarının kızarıklığından belliydi heyecanı.


-         Tabii canım… Klasik anne işte! Biz üzülmeyelim diye belli etmeyecek hiçbir şeyi…


-         Aaaa dayımlar geldi. Ben onları bir yere oturtup geleyim.


-         Kaç kişi çay istiyor? Beş tane çay; birisi açık olacak…


-         Saat kaç oldu?


-         Daha var…


-         Uffff ben biraz dolaşıp geleyim. Otur otur çatladım!


-         Birkaç sandalye daha bulmamız gerekiyor.


-         Şu gazete bugünün mü? Azıcık kafam dağılsın bari.


-         Stresten midem kazındı. Poğaça simit falan isteyen var mı?


-         Ne garip değil mi?İlk kez dört kardeş bir arada Ankara’dayız…


-         Evet! Keşke sebep bu olmasaydı ama buna da şükür.


-         Amcamları kapıdan içeri almıyorlarmış; gidip getireyim.


-         O zaman şu yan masadaki fazla sandalyeleri de alalım. Yakında kantini tamamen işgal edeceğiz galiba!


-         Aaaa hemşire hanım arıyor! Alooo? Çıktı mı nihayet? İyi mi? Ohh şükürler olsun…Ayılma odasına mı götürüyorlar? Tamam… Geliyoruz…


 


16 Eylül 2010 Perşembe

NEREDE? BİLİYORUM...

kopyasi-p1080504-          -Yani aslında sen beni istemiyor muydun?


-          -Yok! İstememek değil ama… Baban erkek çocuk istiyordu. Sonra peş peşe iki kız doğunca bu sefer de kız olacağını düşünmüştüm.


-          -Eeee? Sonra ne oldu?


-          -Tam seni aldırmaya karar vermiş, yola koyulmuşken yolda halana rastladım.


-          -Ne dedi halam sana?


-          -Olanları anlatınca “Aman kızım çocuk aldırılır mı hiç? Kız olur da istemezseniz ben bakarım” diye kızdı bana. Ben de zaten kararsızdım; vazgeçtim hemen. Ama iyi ki de vazgeçmişim. Yoksa senin gibi bir çocuktan mahrum olacakmışım.


 


Yıllarca her doğum günümde annemden bu öyküyü anlatmasını isterdim. Her kelimesini , sorduğum her sorunun yanıtını ezbere bildiğim halde her seferinde merakla dinlerdim. Belki de şans eseri dünyaya geldiğimi unutmamak istiyordum. Ya da verilmiş bir karardan dolayı pişmanlık duyup duymadıklarının merakıydı bu… Çocuk aklımla “İyi ki doğdun” denmesi , bu yaşamda boşuna nefes almadığımın ispatıydı belki de…


 


Annem  geçen gün “Sen giderek daha sinirli bir kadın haline geldin; farkında mısın?” diye sorduğunda, aslında sadece daha rahat kendimi ifade edebildiğimi algıladım. Belki de haklıydı; eski halime göre daha farklı olduğumu ben de hissediyordum. Eskiden de şimdiki gibi – belki biraz daha saf- düşünüyor, hissediyor ama kelimelere dökmüyordum. Bu açıdan daha dürüst ve daha cesurum şimdi.


 


24 Ağustos 2010 Salı

TREN

a_story_to_pass_by_by_yamichi Trene binmeden önce son bir kez omzunun üzerinden arkasına baktı. Karısı, kızı, oğlu ve tüm sevdikleri yaşlı gözlerle el sallıyorlardı. O da elini kaldırıp onlarla vedalaştı. Hüzünlü bir gülümseme yerleşmişti dudaklarına. Trenin artık kalkmak üzere olduğunu bildiğinden ağır adımlarla basamaklardan çıktı. Kompartımana girdiğinde bütün gözler üzerine çevrilmişti. Koltukların arasındaki koridorda, oturanları başıyla selamlayarak yürümeye başladı. Boş bulduğu ilk koltuğa ilişti. Yanında 45-50 yaşlarında esmer bir adam oturuyordu.


 


Kendisine meraklı gözlerle bakan yabancıya nazik bir ses tonuyla sordu: “Koltuğun sahibi yoktur umarım?”. Adam aceleyle yanıtladı: “Hayır hayır… Oturabilirsiniz… “. Sonra da yüzünü pencereye çevirerek dışarıdaki kalabalığı işaret etti: “Bakın! Sizinkiler el sallıyorlar!”. Üzgün gözlerle onlara baktı :”Evet… Beni uğurlamaya geldiler”. Bir sessizlik oldu. Yanında oturan adam eski olmanın tecrübesiyle ona destek olmaya çalışıyordu: “Çok zor olduğunu biliyorum. Ama yapacak başka bir şey yok ne yazık ki…”


 


7 Ağustos 2010 Cumartesi

ELDİVEN

images


Bazen bir söz, bir şarkı ya da bir nesne  bize bir anda bir anıyı hatırlatır ya… Bugünün “son anı hatırlatıcısı” bir muayene eldiveniydi. Hastamın muayenesi için eldiveni taktığım sırada aklıma geliverdi aniden. Anlatayım o zaman… Ne duruyorum ki?


 


Fakültenin son yılında Kadın Hastalıkları  ve Doğum stajındaydım. O zamanki hocalarımızdan bir tanesi koridorda aylak aylak gezmekte olduğum sırada kolumdan tuttuğu gibi beni muayene odasına sürükledi. Odada  jinekolojik masada yatmakta olan bir hasta ve önlüğünün düğmeleri saygı  (!) belirtmek telaşıyla neredeyse boynuna kadar iliklenmiş bir asistan bizi bekliyordu. Şaşkın bir ördek edasıyla asistanın yanına gittim. Öyle ya , benden ne beklenildiğini kestiremiyordum. Sadece gözlemci miydim; yoksa neydim?


 


Asistan, elinde hazırlamış olduğu eldiveni bana doğru uzattı. Rahatlıkla takabilmem için de eldivenin bilek kısmını açarak tutuyordu. Minnet dolu gözlerle ona baktım. Hem bana ciddi bir ipucu veriyordu ( Demek ki sadece gözlemeyecektim) , hem de eldiveni kolayca giymememe yardım etmeye çalışıyordu. Ne iyi bir insandı! Gülümseyerek sağ elimi eldivenin içine daldırdım. Bir iş başarmış olmanın haklı gururuyla tekrar yüzüne baktığımda az önceki asistan gitmiş yerine korku filminden fırlamış gibi görünen bir kadın gelmişti.


 


11 Temmuz 2010 Pazar

YAŞASIN FUTBOOOLLL!

futbol


Futboldan hiç hazzetmem. Koca koca adamların bir topun peşinde koşturması, yine onları izleyenlerin heyecandan hop oturup hop kalkıyor olması bana çok tuhaf geliyor. Dünya kupasının finalini izlemeye heveslenmişken bile bir yandan yazıyor olabilmemi başka ne şekilde açıklayabilirim ki? Hatta bu hevesim bana hatırlatıldığında “pozisyon olduğu zaman” izlemenin bana yeterli gelmesi de bu yüzden.


 


Koyu bir Galatasaray taraftarı olan annem, önemli ( gerçi onun için takımının en uyduruk takımla oynadığı maç bile önemlidir) bir  maç öncesinde söyledikleri aklıma geldi birden. Tansiyonu yükseldiği için kızarmış yanakları ve boş bakan gözleriyle “Ne kadar şanslısın!” demişti bana… “Tuttuğun hiçbir takım yok. Fanatizm çok zor!”. Mutlaka zor bir şey olmalıydı. Yoksa bu kadar insan neden “Turne” diyeceğim ama turne değildi … Neydi onun adı? Hahhh tamam “Deplasman!”. Takımlarının peşinden deplasmana gidenler, o pozisyonda kendileri olsa neler yapabilecekleriyle ilgili atıp tutanlar, hatta teknik direktörlüğe soyunanlar, hakeme küfredenler, kavga eden, ağlayan, sarhoş olanlar…


 


1 Temmuz 2010 Perşembe

GEÇMİŞTEN GELEN DOLAP

dolap_by_saksaganGri boyaları yer yer dökülmüş eski bir dolabım vardı çalıştığım işyerinde. Kapısına taktığım asma kilidin anahtarını yıllar önce kaybettiğim için onunla olan ilişkimi tamamen kesmiştim. Koridorun sonundaki pencerenin önünde diğer dolaplarla beraber dururken , yanından geçer, dönüp bakmazdım bile. Ve gün geldi  o dolapların artık emekliye ayrılması ve devletin eski eşya mezarlığına gönderilmesi gerekti. Demir kesme makasıyla, artık paslanmış olan asma kilit açıldı. Şimdi sıra içindekileri boşaltmaya gelmişti.


 


Tuhaf bir merak ve heyecanla açtım eski dolabımın kapağını. Aslında “Dolabım” demek bile garip geliyordu çünkü varlığını bile unutmuştum. Tıpkı yıllar önce içine koyduğum eşyaları unuttuğum gibi…  Herhalde benim için çok da önemli değildi içindekiler; aksi halde yokluklarını mutlaka hissetmez miydim? Kapak gıcırdayarak açıldığında ilk fark ettiğim burnumu gıdıklayan toz kokusu oldu. Sanki yılların terkedilmişliği, aniden açılan kapıdan dışarıya fışkırıvermişti.


 


20 Haziran 2010 Pazar

MEZUNİYET MEYDAN MUHAREBESİ

kopyasi-p1080396Bir şeyi çok istememek gerekiyor herhalde… Tam dört yıldır , büyük ablamın oğlu – benim de yarım oğlum- Barış’ın mezuniyet törenine mutlaka katılmak istediğimi söyler dururdum. Esat Abi'nin beklenmedik ölümü sonrası, onu toprağa verdikten birkaç saat sonra , yorgunluktan ölmek üzere hissederken ve  Barış’ın  “Teyzeciğim sen çok üzgün ve yorgunsun. Sakın gelme!” demesine karşın, kendimi Karaman’a giden otobüsün içinde buluverdim. Hem ona vermiş olduğum söz, hem de bir an önce içinde bulunduğum kasvetli ortamdan kendimi çekip çıkartma isteğiydi beni buna iten…


 


Sabaha kadar süren yolculuk, üzerime  yorgun ve uykusuz bir ifade olarak sinmişti mutlaka. Ama  otobüsten indiğimde Barış’ın gülümseyen güzel gözleri ve sıcacık  sarılması bana bütün her şeyi unutturdu bir anda… İyi ki gelmiştim! Ablam ve eniştem bir gün önce Karaman’da oldukları için, ablam olaya el koymuş ve öğrenci evine anne eli değdiği belli olmuştu. Deliksiz bir uyku çektikten sonra  biraz Karaman’ı tanıma zamanı gelmişti. Küçük grubumuza , Barış’ın ev arkadaşı Süleyman’ın da katılmasıyla artık ekibi tamamlamıştık  Hem kültürünü, hem de mutfağını keşfetmek için çok fazla zamanımız olmadığından oldukça hızlı davranmamız gerekiyordu…


 

11 Haziran 2010 Cuma

BİR "ELVEDA" DAHA...

p1070945Zamanın artık yeni bir günü gösterdiği saatlerde ilk defa , sen olmadan, her zaman birlikte oturduğumuz masada, hep oturduğum yerde- ki orası hep senin yanı başındı-  seni anıp, senden konuştuktan sonra… Her zaman oturduğun,  şimdi kimsenin  oturamadığı sandalyenin arkalığını usul usul okşarken… Gün batımını yaşlı gözlerle izleyip, bir daha bu manzarayı  göremeyeceğini bilirken…Her şey çok garipti… Sen yoktun ve biz yine aynı  yerde, aynı yerlerimizde oturuyorduk. Bir tek sen yoktun... 


 


Yaşım ilerledikçe , giderek daha fazla sevdiğimi toprağa veriyorum. Yaprak dökümü olarak tanımladığım bu kayıplar dizisi, giderek hızlanıyor. Ve artık bu duyguyla nasıl olup da başa çıkacağımı hiç bilemiyorum. … Ailesinin acısını düşündüğüm zaman metin durmaya  çalışsam da… Olmuyor… Yapamıyorum. İçimden geçen tek duygu- ki çok bencilce olduğunu da çok iyi biliyorum- daha fazla kayıp acısı yaşamadan sıradakinin ben olduğunu umut etmek…


 


12 Nisan 2010 Pazartesi

HIRSIZ VAR!

imagesSıradan bir Pazartesi sabahıydı. Hafta sonunun rehavetini üzerimden atabilmek için çayımı yudumlarken, kapı açıldı. İş arkadaşım Y., arkasında bir rüzgar yaratarak içeri girdi. Yüzü asıktı; belli ki canını sıkan bir şeyler olmuştu. “Çalmışlar” dedi kırık dökük bir sesle… “Bir çok yazımı çalmışlar!”. Hem üzgündü, hem de çok kızgın. Yıllardır emek vererek, yaşayarak hatta ağlayarak yazdıkları, hoyrat ellerce çalınmıştı…


 


Sakince oturup anlatmasını istedim. Bir  paylaşım sitesinde  -haydi adını da söyleyeyim Facebook’ta-  bir arkadaşının sayfasında, kendi yazdığı bir yazının satırlarını “anonim” adı altında gördüğünden bahsederek devam etti: “Meğerse bu yazım anonim olarak bir çok sitede yayınlanıyormuş. Ne “alıntıdır” diye not düşülmüş, ne de ismim!” Sonra olayın boyutlarını anlayabilmek için bazı yazılarını arama motorunda taradığında ise dehşete düşmüş. Çünkü bazı yazıları, yüze yakın farklı sitede  izinsiz ve isimsiz bir şekilde yayındaymış.


 


“Hırsızlık bu ama!” dedi isyanla. “Elbette” dedim. “Hırsızlık; emek hırsızlığı. ” Sonra,  benim yazılarımı başka sitelerde isimsiz olarak nasıl yakaladığımı anlattım ona. İdeal bir alıntının nasıl yapılacağına dair de iyi bir örnek verdim. Yazımı alıntı olarak kullanan bir kişi, hem adımı hem de web sitemin adresini not düşmüştü. Tabii bu tip örneklere çok sık rastlanmıyor ne yazık ki... Aile fotoğraflarını da eklediği bir yazısının ,  PPS dosyası haline dönüştürülerek mail zinciri ile dönüp dolaşıp kendisine ulaşan bir başka arkadaşımdan bahsettim sonra ve daha nicesinden... Üzgündü, öfkeliydi ve de çok haklıydı. Nasıl olmasın ki? Duyguları, yaşadıkları, anıları hiç umursanmadan sahiplenilmişti sinsice.


 


Gün içinde tespit ettiği sitelerden bazılarının yöneticileriyle bağlantı kurarak durumun düzeltilmesini sağlamaya çalıştı. Ancak o kadar çok site ve onlarca yazı karşısında  iğneyle kuyu kazmaktan farksızdı çabası. Emek vererek ortaya çıkardığımız ürünlerin korunmasıyla ilgili yasal düzenlemeler gün geçtikçe kapsamını genişletiyor. Bizlere düşen de bu konuyla ilgili gelişmeleri izleyerek, yazılarımıza ve diğer ürettiklerimize sahip çıkabilmek olmalıdır. Eğer herkes yasal yollardan haklarını aramaya başlarsa  hırsızlık yapanların böyle bir adım atmadan önce bir daha düşünmesini sağlayabileceğimizi ümit ediyorum.


 


 


 


 


 


 


 


Fotoğraf: http://gazete.mynet.com


 

25 Mart 2010 Perşembe

BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE*

kopyasi-p10709331Neredeyse bir yıl önce bir yazımda “Bir Avuç Toprak” ile mutlu olmaya çalıştığımdan bahsetmiştim. Ve  şu cümlelerle bitirmiştim: “Ama bak göreceksin; en kısa zamanda şehre yakın da olsa bir köye atacağım bir ayağımı. O ayağım her zaman toprağın sıcağında olacak. Ve o toprak asla bir avuç olmayacak!” Şimdi tam da istediğimiz gibi şehre yakın bir köyde,  kaç avuç olduğunu tahmin bile edemediğim toprağımıza, doğanın can vermesini büyük bir keyifle izliyorum …


 


Geçen sene hiç dikkat etmediğim bir çok konu benim için artık çok önemli… Algıda seçicilik yüzünden olsa gerek, daha bir ilgiliyim ağaçlarla. Kaç yıldır çalıştığım iş yerinin bahçesindeki ağaçların dikiliş yakınlığını beğenmiyorum örneğin… Dutu nasıl budadıklarına dikkat ediyorum. Arkadaşlarım yeni tayin gelmiş gibi davrandığım, o ağaçların yıllardır bahçede olduklarıyla ilgili üstü kapalı dalga geçiyorlar benimle.  Haberlerde “Zirai don” tehlikesi uyarılarına kulak kabartıyor ve endişeleniyorum.


 


kopyasi-p1070904İnternetten gereksinimim olan bilgileri araştırıyorum sürekli. Hangi ağaç  ne zaman dikilir? Güneşi mi sever; gölgeyi mi? Hangi ayda çiçek açar? Ne zaman meyveye döner? Zararlılarla nasıl savaşılır? Ağaçlar nasıl ve ne zaman budanır? Kompozit gübre nasıl hazırlanır? Tabii bunun yanı sıra bahçe düzenlemesiyle de ilgili bir çok siteyi ziyaret edip, fikir vermesi açısından fotoğraflarını arşivlemeye başladım. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” atasözünü doğrularcasına emek emek işliyoruz toprağımızı.


 


 


kopyasi-p10709083Aslında işimiz çok kolay ve korkmamıza hiç  gerek yok. Çünkü bahçemizin en yaşlı üyesi olan yüz yaşına yakın Çıtlık Ağacı hepsine babalık yapıyor.  Nasıl büyüyeceklerini, kendilerini nasıl koruyacaklarını öğretiyor bilgece. Ben de her hafta, heyecanla bütün bahçeyi dolaşıp tek tek bütün çiçekleri , fidanları ve ağaçları kontrol ediyorum. İlk tomurcuğunu veren armut fidanın karşısında durup ona ne kadar güzel göründüğünü söylüyorum. Minicik filizlenmiş yapraklarıyla kayısıya övgüler yağdırıyorum. Erguvanın ve leylakların sessizliği beni sabırsızlandırıyor. Oysa ben bir an önce mora pembeye dönsünler istiyorum. Ama doğa bana sabırlı olmam gerektiğini öğütlüyor; bekliyorum… Sardunyanın kırmızısı gözümü alıyor. Bu hafta sonu gittiğimde kırmızı yapraklı erik, pembe tomurcukları çiçeğe dönmüş gülümseyerek bizi bekliyor olacak;  biliyorum.


 


kopyasi-p1070911“Altın bir bilezik takmak lazım; strese iyi geliyormuş” demişti bir büyüğüm. Toprakla uğraşmak, doğayla iç içe olmak kadar ruha iyi gelecek bir şey olmadığını söylemiştim ben de ona… Hafta sonunu sabırsızlıkla bekleyip, iki gün boyunca ağır işçi gibi çalıştığımız halde haftaya eskisinden çok daha enerjik ve dingin başlayabilmek gerçekten de büyük bir keyif. Diliyorum ki ağzımızın tadı yerinde, daha çok uzun yıllar kendi meyvemizi, sebzemizi yer; mis gibi çiçek kokuları içerisinde bu yeni hayatımızın keyfini süreriz…


 


 


 


 


 


* Yazımın başlığı, Hasan Hüseyin Korkmazgil'in "Öyle Bir Yerdeyim Ki" isimli şiirinden alınmıştır.



 


Geçen sene yazdığım yazıyı merak edenlere: http://www.yesimozdemir.com/?p=1054


 

16 Mart 2010 Salı

O / ONLAR

          

ca0u4dg73

           O…

           Dövüldü…
           Sövüldü…
           Satıldı…
           Tecavüze uğradı…
           Töreye kurban edildi…

                                        Dövüldü…
                                        Yaralandı…
                                        Öldürüldü…
                                        Kaçırıldı…
                                        Aşağılandı…

                                                              Dövüldü…
                                                              Okutulmadı…
                                                              Küçümsendi…
                                                              Çalıştırılmadı…
                                                              Kıskanıldı…

                                                                                   Dövüldü…
                                                                                   Hor görüldü…
                                                                                   Taciz edildi…
                                                                                   Zorlandı…
                                                                                   Parçalandı…

                                                                                                      ONLAR…

                                                                                                      Affetti…
                                                                                                      İzledi…
                                                                                                      Yok saydı…
                                                                                                      Sustu…
                                                                                                      Sustu…



AİLE İÇİ ŞİDDET: Aile üyelerinden biri tarafından aynı ailedeki bir diğer üyenin yaşamını fizik veya psikolojik bütünlüğü veya bağımsızlığını tehlikeye sokan, kişiliğine veya kişilik gelişimine ciddi boyutlarda zarar veren eylem veya ihmaldir.

Daha fazla bilgi edinmek için…


http://www.ksgm.gov.tr/sag_menu_siddet2.php

 

25 Şubat 2010 Perşembe

KO-MEDYA

med“Aaaa hiç haberim yoktu!” . Artık bu bahaneyi kullanabilme olasılığımız giderek azalıyor. Bilgi, kapıdan kovsan bacadan sızabiliyor.  “Medya” denilen dev yaratık, uzun kollarıyla her yana yayılıyor. Reklamlarda bile “Issız bir adaya düşecek olursak yanımıza alacağımız üç şey” geyiğinde cep telefonu da seçenekler arasında yer almaya başlandı. Eee cep telefonu olur da 3 G teknolojisiz olur mu? Hatta adadan Facebook ve Twitter arkadaşlarınızla rahatlıkla haberleşebilirsiniz. Durumunuzu “Ava çıktım dönücem” ya da “ Suuu! Biraz suuuu!” olarak  ayarlayabilirsiniz. Daldan dala atladığımı fark ettiğim şu saniyeden itibaren  başlangıç dalına geri dönüyorum.


 


Sevgili okuyan… Bu satırları yazmamın amacı,  aklıma takılan sorulara umutsuzca bir yanıt bulabilme arzusudur. Medyada artık neredeyse klasikleşmiş ve duyduğumuz ya da gördüğümüz bazı durumların dışına çıkarak irdeleyebilme isteğidir. Hatta belki  alternatif fikirler de geliştirebilirim; kim bilir? O zaman başlayalım…


 


CAN PAZARI


 


10 Şubat 2010 Çarşamba

ADAK

imagesSıradaki hastanın adını  bilgisayardaki listeden okuduğumda, esmer  kavruk bir adam ve onunla çok zıt görüntüde açık tenli ve sapsarı saçlı iki sevimli kız çocuğu odaya girdiler. Adamın çökmüş avurtları, kalın simsiyah kaşları ve bıyıkları vardı. Kızlar, odanın içinde nerede olduklarını bilmemenin rahatlığıyla koşmaca oynamaya başladılar. Okuduğum ismi tekrar ettim; çünkü bazen buna dikkat etmeyen başka birisi muayeneye girip kayıtlarda karışıklığa sebep olabiliyordu. Adam başıyla onayladı.


 


Bendeki kayıtlara göre muayenesini yapacağım çocuk, beş yaşında ve erkekti. Odada ise kocaman bir adam ve iki küçük kızdan başka kimse yoktu. Belki de yandaki odada pansuman yapılacak olması olasılığına karşı sordum: “Çocuk nerede? Pansuman odasında mı?”. Adam başını iki yana sallayarak itiraz etti: “Yooo bur’da”. Şaşırmıştım:”Hangisi?”. Adam parmağıyla kızlardan birisini işaret etti: “İşte şu! Büyük olan…”.


 


26 Ocak 2010 Salı

GECE Mİ SOĞUK; YOKSA...?

death_by_mr_twingoHava çok soğuktu... Her yer gri buzdan yapılmış zırhların içine gömülmüştü adeta. Keyifli bir akşam geçiriyordum. Saat 23:3o sularında telefon açan sağlık memuru Mehmet'in sesi endişeliydi. Fenalaşan bir hasta için acilen aşağı inmemi istedi. Üzerimdeki pijamanın üzerine geçirdiğim mantomla gecenin ayazına fırladım. Kaldığım evin kapısının önünde tanımadığım bir otomobil beni bekliyordu. İçeride Mehmet'ten başka, genç bir kadın ve orta yaşlarda bir adam vardı. Hemen hastanın geçmişi, şu andaki şikayetleri ve kullandığı ilaçlarla ilgili bilgi almaya başladım. Daha önce iki kere kalp krizi geçirmiş aynı zamanda şeker hastası kırk yedi yaşında bir kadındı.

Sağlık Ocağı'na gitmediğimizi farkedince şaşırdım. Hastanın beni orada beklediğini zannediyordum. Onu evden çıkartamadıklarını ve acilen bizi almak için geldiklerini öğrendiğimde benim de endişelerim artmıştı. Çünkü büyük olasılıkla yine bir kalp krizi geçiriyordu ve ev ortamında yanımda hiç bir ilaç ya da alet yardımı olmaksızın bir şeyler başarabilmem çok zordu. Ben bunları düşünürken iki katlı bir evin önünde durduk. Üst kattan çığlıklar yükseliyordu. Merdivenleri bir solukta çıktım.

20 Ocak 2010 Çarşamba

KAR YAĞARKEN

getattachment1Üzerime ilk kez kar taneleri düştüğünde otuz yaşındaydım. Yeni bin yılı karşılayacağımız günde, Ankara'da Kızılay Meydanı'ndaydım. Balıkesir'de yaşadığımız günlerde de mutlaka böyle bir deneyim yaşamışımdır ama anımsayamıyorum; çok küçüktüm. Ankara'nın gri ve puslu havasına inat bembeyaz düşen kar tanelerini hissetmek için yüzümü gökyüzüne çevirmiştim. Mantomun üzerine düşen kristalleri hayranlıkla incelerken, şemsiyelerini açmış telaşla bir yerlere yetişmeye çalışan ciddi suratlı insanların bakışlarına aldırmıyordum bile...

Şimdi... Yine bir geçici görevde, yine Gömbe'deyim. Dışarıda dağlar, ağaçlar, taşlar herşey bembeyaz bir örtünün altında... Sessizlik ve huzur hüküm sürüyor dışarıda. İçeride de durum bundan çok farklı değil. Çıtır çıtır yanan bir soba, üzerinde cızırdayan bir demlik ve sıcacık bir çay... 

Hava koşulları nedeniyle fazla hasta gelmiyor. Bu durumda bana da, bu boş zamanı değerlendirmek düşüyor. Daha fazla yazamayacağım. Çünkü kar topu oynamaya gidiyorum!

 

Not1:  Fotoğraf makinesinin tarih ayarlarında hata varmış. Ama düzeltip tekrar çekme şansımız olamadı; çünkü pilin gücü yeterli değildi. Dorusu Tarih 20 Ocak 2009 Saat: 11 25 olacaktı...

Not 2: Aslında Gömbe'ye geleli neredeyse yirmi gün oldu. Ama örgü örüp, film seyretmekten yazmaya sıra gelmedi . Onları da başka bir zaman anlatırım artık... Görüşmek üzere...

 

Fotoğraf: Batuhan TAŞDEMİR