27 Aralık 2007 Perşembe

KUŞ

82833Orta yaşların sonlarına yaklaşmakta olan kadın, elindeki tığ işinden başını kaldırıp, yakın gözlüklerinin üzerinden nemli gözlerle balkona doğru baktı. Çok da büyük olmayan ama büyük bir çam ağacına yüzünü dönmüş balkondaki divanda, bacaklarını altına toplamış ve bütün dikkatini elindeki kitaba vermiş olan kızını izlemeye başladı kaçamak bakışlarla. Daha okumayı bile bilmediği günlerden beri kitaplara hayrandı kızı. Yatmadan önce kızının defalarca aynı kitabı kendisinden okumasını istediğini ve bunun onu nasıl da bunalttığını anımsayarak gülümsedi kendi kendine. Gözlerinden süzülen iki damla yaş, gözlük camlarını ıslatarak kucağına düştü. Fark edilmesinden korkarak, telaşla, elinin tersiyle kurulayıverdi gözlerini. Yanındaki koltukta oturmuş, dalgın dalgın gazete okuyan kocasının sesiyle irkildi bir anda…

12 Aralık 2007 Çarşamba

SESSİZ, SİTEMSİZ

80482Onlar… Birer birer gittiler yaşamlarımızdan… Ani çıkan bir rüzgarın savurduğu yapraklar misali, teker teker koptular tutundukları dallardan. Yaprak dökümü hep vardı aslında. Yok saydık; gözlerimizi kapattık. Başımıza gelmez mi sandık? Zamanını hiç bilemedik; bilemezdik. Veda bile edemedik…

Onlar… Ailemizdi bizim… Annemiz, babamız, kardeşimizdi. Eşimizdi; sevgilimizdi, vazgeçilmezimizdi… Dostumuzdu; zaman akarken bulduklarımızdı. Sevgimizle gövdelenen paylaşımlarımızdı bizi bize bağlayan. “Biz” olmayı mı kanıksadık; yoksa birlikte geçireceğimiz zamanın sonsuz mu olduğunu sandık? Peki, sonu fark ettiğimizde, çok mu geç kalmıştık? Yeterince sevebildik mi onları? Doyasıya; hatta doymayasıya…

6 Aralık 2007 Perşembe

DÖNÜŞ

79582Artık evimdeyim… Antalya’ya döndüğümde, bir dönüş yazısı yazmayı, daha 1 ay öncesinde tasarlamıştım aslında. İlk cümleme de “Nihayet!” diyerek başlayacağımı sanıyordum ama fena halde yanılmışım. Elbette bilinmeyenin endişesini taşıyordum o zamanlar. Nasıl bir yerde kalacağımı, neler yaşayacağımı, kimlerle tanışacağımı bilmiyordum. Sizler, “Ormana Günlüğü” olarak başlattığım bir dizi blogla yaşadıklarıma, çektiğim fotoğraflarla da gördüklerime ortak oldunuz. Bu dizi blogların birincisini, “Geçen sene , Antalya’nın diğer tarafındaki başka bir dağ köyüne gittiğimde güzel bir tesadüfle, Başak ve Cuma ile karşılaşmış ve bu sayede Milliyet Blog ile tanışmıştım. Bu geçici görevimden sonra, bakalım neler koyacağım bohçama? Bunu gerçekten çok merak ediyorum…” cümleleriyle bitirmiştim. Şimdi bohçamdakileri dökme zamanı…

 

25 Kasım 2007 Pazar

BAŞKA DÜNYANIN İNSANLARI

77646Kapının önünde bir anda beliriverdi. Dış kapıdan ne zaman girdiğini anlamamıştım bile. Üzerinde soluk yeşil bir parka, kafasında yeşilli kahverengili, el örgüsü bir bere vardı. Yaklaşık 50 yaşlarındaydı. Koyu buğday tenli ve siyah fırça bıyıklıydı. Kafasını, odadan içeri doğru uzatmasıyla, yüzüne kocaman bir gülümseme yayıldı bir anda. Davudi bir sesle, bir türkü söylemeye başladı. Bir anda şaşkına dönmüştüm. Türkü söylerken, yüzündeki gülümseme bir an için bile olsa kaybolmamıştı. Bir kaç dörtlük söyledikten sonra, odaya doğru bir adım atarak içeri girdi. Gözlerini gözlerime dikerek konuşmaya başladı:

21 Kasım 2007 Çarşamba

ARMAĞAN

76800Önce, gözlerini kapat! Avuçların yukarı bakacak şekilde iki elini birleştirerek öne doğru uzat... Şimdi, seninle bir oyun oynayacağız; hazır mısın? Güzel… Sadece söylediklerime odaklanmanı istiyorum. Düşün! Şimdiye kadar yaşadıkların geçsin aklından. Yüreğinin bir kuş gibi kanat çırptığı mutlu anları anımsamaya çalış… Böyle anların çok az değil mi? Ya kendini dipsiz bir kuyuya düşmüşçesine çaresiz hissettiklerin? Ya da beklemediğin bir anda ansızın midene yediğin bir yumruk gibi, gafil avlandığın anların? Peki, çıkışını bir türlü bulamadığın sonsuz bir labirentte kayboldun mu hiç? İsyan ettiklerin olmadı mı? Kafan karışmadı mı? Bana cevabını verme; bırak sende kalsın. Sen, sadece düşün!

 

Avuçlarının içinde ne görmek istiyorsun, ona karar ver. İyice düşüncelerine yoğunlaş ve gözlerini aç! Ne görüyorsun? Hiç bir şey mi? İnan bana, daha iyisini yapabilirsin…

13 Kasım 2007 Salı

FOTOĞRAFLAR VE ÖYKÜLERİ

586572_6793_111- Deniz Bakışlı Kadın :

Her zamanki öğle yürüyüşlerimden birisinde, minik taş bir merdivenle çıkılan mavi bir kapının önünde durdum. Burada, mavinin çeşitli tonlarında boyanmış kapılar hep farklı bir his uyandırıyor bende. Önce uzun süre kapıyı inceledim. Sonra deklanşörüme bastım. Güzel çıkıp çıkmadığını kontrol ettiğim sırada, kapı açıldı ve içeriden gözleri de, aynı o güzel kapı gibi masmavi olan, aydınlık yüzlü bir kadın çıkıverdi:

- Merhaba…

- Merhaba…

- Uzun süredir hayran hayran kapınızı inceliyorum.

- Aaaa beğendiniz mi?

- Evet, hem de çok!

11 Kasım 2007 Pazar

ORMANA GÜNLÜĞÜ-2

75190(GALAKSİ REHBERİ)

Yıl 2007 … Bitmek bilmez bir yolculuktan sonra nihayet dünya çevresinde yörüngeye girdim. Kendime, dünyada yaşayan insan ve diğer canlı türleri ile ilgili inceleme yapacağım yeni bir yer belirledim. Tabii sizin hayal ettiğiniz gibi uzun süren bilimsel araştırmalarla ineceğim yeri tespit ettiğimi söylemek isterdim. Aslına bakarsanız aramızda kalsın, üstlerim de öyle yaptığımı zannediyorlar. Bense şöyle bir yöntem izlemeyi daha çok seviyorum. Dünya haritasını önüme seriyorum. Gözümü kapatıp, işaret parmağımı rastgele bir noktaya basarak önce bir kıta seçiyorum. Aynı yöntemle ülke, il, hatta daha küçük yerleşimlere kadar iniyorum. Şimdi izninizle, gene aynı yöntemle son olarak seçmiş olduğum yerin koordinatlarını amirlerime bildirmek zorundayım…

 

7 Kasım 2007 Çarşamba

İLK GECE KORKUSU

74527Aniden uyandı. Onu neyin uyandırdığını bilemiyordu; hatta uyanıp uyanmadığını da… Kontrol etmek için göz kapaklarını açıp kapattı. Hiç bir değişiklik yoktu. Kocaman karanlık, dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydi adeta… Gece yatarken fişe taktığı elektrikli sobanın kızıl yansımaları da görünmüyordu. Yatakta doğruldu. Yüzü, özellikle de burnu buz gibiydi. Bir süre ne yapacağını bilemez bir durumda öylece bekledi. Birdenbire, sımsıkı kapalı perdelerin arkasından, odaya soğuk beyaz bir ışık yayıldı ve ortalık bir anda gündüze boyandı. Karanlığa alışan gözlerini kıstı ve kulaklarını avuçlarıyla kapatarak endişe içinde, bu şimşekten sonra gelecek olan gök gürültüsünü beklemeye başladı. Çocukluğundan beri gök gürültüsü ve şimşekten çok korkardı. Sesin kesildiğinden emin olduğunda, yataktan kalkmaya karar verdi.

5 Kasım 2007 Pazartesi

ORMANA GÜNLÜĞÜ-1

7413310 gün önce “Burnumuzun ucunu göremiyorken” diye başlamıştım sözüme… Bu sabah ise gerçek bir sisin içinden geçerek 1 aylığına görev yapacağım Antalya’nın İbradı ilçesinin Ormana Beldesi’ne ulaştım. Bütün hafta sonum hazırlık yapmakla geçti. Önce, yanımda götüreceklerimin bir listesini yaptım elbette. Her işimi planlamayı çok sevdiğimden bu işi de büyük bir ciddiyetle yerine getirdim haliyle. Toros Dağları’nın tepesinde , denizden ortalama 900 m yükseklikte olacağımı bildiğim için yorgan, kalın kazaklar, manto , hatta durumu abartıp atkı, bere bile koydum valizime. Okuyacağım kitaplar ve çoğunluğu konservelerden oluşan yiyeceklerimi de yüklediğimde küçük çaplı bir kamyonete dönüşen arabamla bu sabah yola koyuldum… Sabah uyandığımda bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun cesaretimi kırdığını ise ancak şimdi itiraf edebiliyorum kendi kendime de….

25 Ekim 2007 Perşembe

SİS

71806Burnumuzun ucunu göremiyorken…

 

Karanlıkta el yordamıyla elektrik anahtarını arıyormuşçasına ellerimizi ileriye uzatmış ve parmaklarımızın ucu kaybolmuşken o bilinmezde…

 

Bu lanet olası sis üzerimize bu kadar çökene kadar, nasıl olup da fark etmediğimizi düşünüyoruz şaşkın şaşkın…

 

Oysa ki başka diyarlarda bunların olduğunu duymuştuk, biliyorduk… Peki neden umursamadık? “Bize bir şey olmaz “ mıydı güvendiğimiz? Neydi bu aymazlığımızın sebebi?

16 Ekim 2007 Salı

İTİRAF EDİYORUM

69848Ben bir hırsızım sayın hakim… Evet, çaldım! Ama sorun bakalım niye çaldım? Aslında hiç planlamamıştım da! Nasıl olduğunu bile anlayamadan oldu bitti işte… Eskiden duyardım bu tür hırsızlıkları, “Nasıl yapıyorlar ?” diye hayrete düşerdim hep; hatta içten içe de biraz kıskanırdım doğru söylemek gerekirse. Gün oldu, devran döndü ve yaşadıklarım beni de bu noktaya getirdi. Nasıl mı oldu? Tabii, en başından anlatayım en iyisi…

Sıradan bir hafta sonu akşam üstüydü. Hava kararmak üzereydi. Pek de keyifli olduğumu söyleyemeyeceğim. İstediğim hiçbir şey yolunda gitmiyordu; elimi neye atsam kuruyordu adeta… Canım çok sıkkındı anlayacağınız. Affedersiniz hakim hanım, ne dediğinizi duyamadım? Haaa elbette ki sağlığım yerinde çok şükür, ama bu gidişle onu da kaybetmekten korkuyorum haliyle.

9 Ekim 2007 Salı

ÇERÇEVE

68652Anadolu’nun herhangi bir kentinde herhangi bir ev… Sıradan… Hepimizin evleri gibi, orta halli… Temiz ve düzenli bir ev; aydınlık. Orta yaşlı hafif topluca bir kadın bir yandan üstü başı un içinde baklava açıyor, bir yandan da sessiz sessiz burnunu çekiyor. Kocası ise yakın gözlükleri burnunun üzerine düşmüş, gazete okuyor.

- Hanım? Ne o; ağlıyor musun sen?

- Benim açtığım baklavayı çok sever Mehmet’im. “Anacığım senin baklavan kimseninkilere benzemez” der ya …Doğduğundan beri ilk defa bu bayram ayrı düştük. Bayramda gelene gidene de ikram lazım. Yapıyorum ama boğazımdan da geçmeyecek onsuz.

3 Ekim 2007 Çarşamba

İÇ İÇE

67509“ Çok klasik bir çöp çatanlık çabasıyla başlamıştı aslında her şey. Her ikisini de tanıyan ortak bir arkadaşları aracı olmuştu o gece bir araya gelmelerine. Tuhaf bir şeyler döndüğünü sezmesine karşın pek de oralı değilmiş gibi görünmüştü o an için. Çünkü telefon açıp, işi olduğunu ve davet edildiği doğum günü partisine katılamayacağını bildirdiği halde, ısrarla ne yapıp edip gelmesi gerektiği söylenmişti defalarca. Normalde pek de içli dışlı bir arkadaşlıkları yoktu oysa ki. Üşengeç bir halde hazırlanmaya başlayıp, neler olduğunu anlamaya karar verdi. İsteksizce traş olduğu aynanın önünde kendisiyle göz göze geldi. Kendine biraz çeki düzen verdiğinde oldukça cazip sayılabilecek bir adamdı. Her zaman kullandığı traş losyonunun yüzünü yakarak yaydığı kokuyu içine çekti. Soluk mavi bir kot pantolon ve ince siyah keten bir gömlekte karar kıldı. Çok da hevesli görünmek istemiyordu ne de olsa. Çıkmadan son bir kez daha aynaya baktı. Alnına düşen siyah perçemini alışkın bir hareketle her zaman durduğu yere doğru taradı. Artık gitmeye hazırdı. “

30 Eylül 2007 Pazar

ÖĞRENMENİN YAŞI YOK!

66846- Hadi ama bana söz vermiştin. İnternetten gazeteleri okumayı öğretecektin. Hahhh! Hadi bakalım şu tekerlekli sandalyeyle seni bilgisayarın karşısına götüreyim. Anlat bakalım!

- Bak şimdi anne! Bilgisayarı şu düğmeye, ekranı da bu düğmeye basıp açacaksın. Bak, şu mavi kutu modem; internete bağlanmamızı sağlıyor. Bunun da düğmesine basalım. Şimdi bekleyeceğiz. Kum saatini gördün mü?

- Kum saati kayboldu. Şimdi ne olacak? Bağlandık mı?

23 Eylül 2007 Pazar

ZIT

65375Beynimde iki farklı kişi vardır benim. Yoo ! Ben tabii ki şizofren değilim. Kendimi bildim bileli bu ikiliyi tanıyorum; duyuyorum. Birbiriyle sürekli kavga edip duran, bir türlü aynı fikirde buluşmayan iki geçimsiz ses. Birinin “beyaz” dediği diğeri için “siyah”tır; geceyse gündüz… Birisi hep ağırbaşlıdır. Olması gerektiği gibi, özverili, nazik, yumuşak. Öncelikleri hep karşısındakine verir. Onların mutluluğuyla mutlu olur; üzüntüsüyle kedere düşer. Sevecendir; sabırlıdır. “Olgun Ben” derim ben ona… Diğeri ise şımarık bir okul çocuğudur adeta. Tembeldir, uçarıdır. Kendi istekleri ön plandadır daima. Ele avuca sığmaz; ne “dur” dan anlar ne de “sus” tan… Öfkesini kontrol edemez. Sabırsızdır; katıdır. Benim “Bencil Ben”imdir o…

 

16 Eylül 2007 Pazar

38 Mİ? NE ÇABUK?

63828Çocukken, 40’lı yaşlardaki insanlardan bahsederken ne kadar da yaşlı olduklarını düşünürdüm. O kadar çok yaşamışlardı ki, sanki ne kadar yaşasam da hiçbir zaman onların yaşına gelemeyecektim. Gençlik her zaman özlemle anılsa bile, zaman ilerledikçe en güzel yaşın “yaşanılan yaş” olduğu fikri oturmaya başladı. Aslına bakarsanız da öyle değil mi? En güzel yaş, hakkını vererek geçirdiğimiz yaşlardır. Zaman hızla akıp giderken , hala kutlayacak doğum günlerimizin olması ve bunu sevdiklerimizle , sağlıkla paylaşmak kadar önemli ne var ki yaşamda? Bugün 38 yaşımı bitiriyorum. Geçirdiğim 1 senenin muhasebesini yapıp, yaşam defterimde yeni bir sayfa daha açıyorum. Bakın neler çıktı yıl sonu raporunda…

 

4 Eylül 2007 Salı

SAKARLIK TARİHİM- ÖZEL SAYI

61447Şimdi son sakarlığımı sizlere bildirmek üzere blog yayınına kısa bir süre için ara vermek istiyorum. Ünlü “Sakarlık Tarihim” yazı dizisi için yeni malzemeler toplamak konusunda hiç bir fedakarlıktan kaçınmayan acar muhabiriniz bendeniz, annemin evinden bildiriyorum… İçinizden beni tanıyanların “Yine miiii!!!” dediğini duyar gibi oluyorum. Haklısınız ben de öyle düşünüyorum. Tamam; blog camiasında bana “Sakar Prenses” ünvanı bile verildi sevgili arkadaşlarım tarafından. Sabıkalarımı da sizinle paylaşmıştım zaten. Bu yüzden de ünvanımı öptüm başımın üstüne koydum ( Sanki başka bir şey yapmaya yüzüm varmış gibi…) Ama bu sefer gerçekten de masumum!!! Anlatayım da siz de bilin olanı biteni…

26 Ağustos 2007 Pazar

BİR MAHKUMUN GÜNLÜĞÜ

5982412 Ocak 2007

Neredeyim ben? Burası da neresi? Her taraf kapkaranlık! Bir şey göremiyorum ki… Ne işim var burada benim? Peki, ne kadar zamandır buradayım? Hiç bir şey bilmiyorum. Korkmalıyım belki, ama öyle de hissetmiyorum. Heyyy! Orada kimse yok mu? Yanıt veren yok… Nasıl geldim ben buraya? Uzaklardan garip bir ses duyuyorum. Çok tek düze… Tuhaf! Sadece çok uykum var. Uyumak istiyorum. Evet evet, uyumalıyım… Nerede olduğumu daha sonra keşfederim!

6 Mart 2007

Hücreme yavaş yavaş alışmaya başladım. Her zaman duyduğum o gizemli sese de. Nereden geldiğini bilemiyorum hala. Olsun; duymak beni rahatlatıyor. Bütün günü yatarak geçiriyorum neredeyse. Ama canım çok sıkılıyor tek başıma. Ara sıra dışarıdan sesler duyuyorum belirli belirsiz. Dışarıda birilerinin olduğu kesin! Peki kim bunlar? Bana neden görünmek istemiyorlar? İyi insanlar olduklarını düşünüyorum; çünkü bana iyi bakıyorlar. Üşümüyorum, terlemiyorum da… Yemekle de ilgili hiçbir problemim yok. Aslına bakarsanız, şu karanlık da olmasa hiç de fena değil doğrusu! İyi ama beni zorla neden burada tutuyorlar?

12 Ağustos 2007 Pazar

YAŞAM DEFTERİM

571391Yaşam defterimin sayfalarını karıştırıyorum dalgın dalgın… 37 yılda “Kimler gelmiş, kimler geçmiş!” diye düşünmeden edemiyorum. Baş ucumda bulunan abajurun sıcak sarı ışığında dikkatle incelemeye başlıyorum defterimi. Bazı kişilerin ya da olayların yanına notlar düşmüşüm. Ortalarına yakın bir yere kadar , her sayfada babama rastlıyorum mesela. İlk sayfalarda biraz silik, tam okuyamıyorum. Sonraları giderek daha sık bahseder olmuşum. Ama defterden kaybolmasına yakın yerlerden itibaren hep koyu kalemle altını çizmişim adının… 12 Aralık 1984’te not düşmüşüm:”Elveda Babacığım…” Sonraki sayfalarda, serpiştirilmiş bir biçimde adına rastlıyorum zaman zaman. “Özledim seni” ya da “Keşke yanımda olsaydın” diye yazmışım titrek bir yazıyla. Bir de siyah beyaz gülümseyen bir fotoğrafını yapıştırmışım kuru bir çiçekle birlikte yan yana… Keşke yanımda olsaydın...

 

3 Ağustos 2007 Cuma

KIRIK DÖKÜK DÜŞLER

55500"Gidebilmeyi bilmek gerek" diye mırıldandı kendi kendine. Yüz göz olmadan, kavga kıyamet kopartmadan, fırtınalarda daha fazla kaybolmadan gidebilmek... Ruhunu daha fazla örselemeden, içindeki herşeye ve herkese hissettiğin öfke ile karşındakini iyice kırmadan incitmeden gidebilmek. Patlamaya yüz tutmuş volkanın ağzından akmak için seni zorlayan lavların kavuruculuğundan uzaklaşmak için belki de. O lavlar akarken onun sıcağında sonsuza kadar yok olup gitmek de var çünkü...

Kalkıp odanın içerisinde ileri geri dolaşmaya başladı. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu adeta. Çalan telefonun sesiyle irkildi. Sonra arayanın "O" olmadığının farkına vardı. Çünkü "O" aradığında farklı bir melodi çalıyordu; aileden olanlar aradığında olduğu gibi. Telefon rehberindeki gruplarda aile bölümüne kaydetmişti "O"nu . Sanki oraya kaydedince aile olma şansları varmış gibi düşünmüştü. "Salaksın kızım sen!" diye söylendi. Telefon hala ısrarla çalıyordu... Kimseyle konuşmak istemiyordu. Hele de birilerine sesindeki kırıklığın sebebini anlatmak hiç istemiyordu.

26 Temmuz 2007 Perşembe

ANAHTAR

54082Gözlerini avucunun içindeki anahtara dikmiş öylece oturuyordu. Dalgın hareketlerle anahtarın parlak yüzeyine, girinti çıkıntılarına parmaklarıyla dokunuyordu. Pencereden süzülen gün ışığının metaldeki yansıması ara sıra gözünü kamaştırıyordu. Hafif kaykılarak oturduğu koltuğunda öne doğru bir hamle yaptı. Dirsekleri dizlerinin üzerinde, anahtar ise birleştirdiği avuçlarının içerisindeydi şimdi. Tam 3 yıldır birlikteydiler. Hatta 10 gün önce yıldönümlerini, deniz kenarındaki minik bir otelin bahçesinde kutlamışlardı. Rengarenk kağıt fenerlerin altında ve ay ışığında ne kadar güzel göründüğünü söylemişti Kaan ona. Bütün gece sohbet etmişlerdi ama gene de yapay bir mutluluk vardı ortamda sanki. Artık uzun süredir kavga da etmiyorlardı zaten.

İkisi de çok yoğun çalışıyorlardı ve bu hafta sonu kaçamağını ayarlamakta hayli zorlanmışlardı. Sessiz bir anlaşmaydı yaptıkları aslında. Son bir deneme…

19 Temmuz 2007 Perşembe

RAKI ŞİŞESİNDE BALIK

53019Şiddetli bir baş ağrısıyla gözlerini açtı. Yatakta sırtüstü yatıyordu. Sağ kolu uzun süre aynı pozisyonda durduğu için uyuşmuştu. Kolunun kendine ait olmadığını hissetti bir an için. Yüzünü buruşturarak parmaklarını açıp kapatmaya çalıştı. Canı yanıyordu. Yatakta öylece yatarken gözleriyle odanın içinde gezindi. Bordo perdeler sımsıkı kapalı olduğu için zamanı tam olarak kestiremedi. Sadece cılız bir aydınlanma vardı perdenin arkasındaki dünyada. "Gün doğmuş". Sesi de kendine yabancı geldi, kolu gibi. "5 saatte 1 paket sigara içersen olacağı bu tabii!"... Başucundaki çalar saatin tik-tak larını dinledi. "Saat henüz çalmadığına göre demek ki 7:30 olmamış". Şakakları çatlayacak gibiydi. İki elinin avuç içlerini şakaklarına koyarak bastırdı sıkıca.Gözlerini kapattı. "Şöyle, çekiçle kırsalar şu şakaklarımı nasıl rahatlayacağım!"

17 Temmuz 2007 Salı

EEE KEZİBAN?

 52656Keziban, 21 yaşında... Evleneli henüz 2 ay oldu. Düğününden sonra onu ilk defa bugün gördüm. Kapım çalındı. İçeri gelmesini söylediğimde yüzünde muzip bir gülümsemeyle eşikte beliriverdi. Hızlı ama küçük adımlarla yanıma yaklaştı. Kollarını boynuma dolayarak sımsıkı sarıldı bana. Hatta minicik görüntüsünden beklenmeyecek kuvvette bir sarılıştı bu. İlkokulu henüz bitirmişken tanımıştım onu. Yıllardır da sürekli bana muayeneye gelirlerdi ailece. Gözümün önünde büyüdü o da, diğerleri gibi...

 




Bu sefer genç bir kadın olarak karşımdaydı. Küçük ama biçimli gözleri pırıl pırıl parlıyordu. "Hadi otur bakalım" dedim..."Anlat! Nasılsın?"

5 Temmuz 2007 Perşembe

HABERİN SINIRI YOK MU?

50428Bu sabah, ülkemizde yüksek tirajlara ulaşan bir gazetenin ana sayfasında kocaman bir fotoğraf dikkatimi çekti. Günlerdir sürdürmeye çalıştığı yaşam mücadelesinin sonuna gelmiş Barış Akarsu'nun yoğunbakımda gizlice çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. Mesleğim gereği yoğunbakımda tedavisi süren bir çok hasta görmeme karşın bu fotoğrafı gördüğümde dondum kaldım. Düşündüğüm şey şuydu: Ağır yaralı ya da ölmüş bir insanın -ünlü ya da aramızdan birisi hiç farketmez- belki de hiç bir zaman gözlerimizin önünden gitmeyecek son halini bizlere göstermekle amaçlanan nedir? Daha fazla mı üzmek? "Trafik kazalarına dikkat edin, yoksa bakın bu hale gelirsiniz" demek mi? Yoksa tirajı biraz daha mı yükseltmek? Gerçekten de bu fotoğrafı baş sayfaya koyan kişilere bunu sormak istiyorum!

3 Temmuz 2007 Salı

SÖZ UÇAR, YAZI KALIR

49998“Sevgili arkadaşım ...….. Bana kalbin gibi temiz bu sayfayı ayırdığın için sana teşekkür ederim. Hayatın sarp ve dikenli yollarında, hiçbir engele takılmadan ilerlemeni dilerim…” Bu üç cümleyi, kaç hatıra defterine yazdığımı hatırlamıyorum bile. Üstelik o zamanlar “hayatın sarp ve dikenli yolları” tanımlaması, bana ya da yazdığım arkadaşıma o kadar uzaktı ki… Hayat ne kadar zor olabilirdi zaten? Hiçbir fikrim yoktu… Ne kadar eğreti ve ne kadar bilindik… Sadece, kimin başlattığını bilmediğim bir mektup zinciri gibi; sorgulamadan, düşünmeden kurduğum cümlelerdi benim için…

20 Haziran 2007 Çarşamba

NEREDEYİM?

47609Bilmediğim bir kentin ıssız bir sokağındayım. Saat gece yarısını geçeli çok olmuş sanırım; ortalık o kadar sessiz ki! Sadece nefesimin sesini duyabiliyorum. Ne bir köpek havlaması, ne de bir korna … Buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Sanki şu andan öncesini hiç yaşamamışım ya da tümüyle hafızamdan silinmiş gibi… Ne yapacağımı bilemez bir şekilde çevreme ürkekçe göz gezdiriyorum. Arnavut kaldırımı taşlarla döşenmiş minik bir sokaktayım.

Sanırım biraz önce yağmur yağmış. Taşların üzerinde , sokağın sonunda bulunan sokak lambasının cılız ışığının yansımalarını görebiliyorum. Elimle saçlarıma dokunuyorum; ıslaklar… Üzerimdeki giysiler de öyle… Şaşırıyorum. Yağmurun altında, nerede olduğunu bile bilmediğim bu sokakta ne işim var benim?

19 Haziran 2007 Salı

SICAK, ÇOK SICAK OLACAK BU GECE!

47343Saatin tik-takları beynimin labirentlerinde yankılanıyor. Öğle arası yemeğe çıkma gafletine düştükten sonra, serin bir mekanın özlemiyle, koşar adım geri döndüm. Sıcağın yorgunluğu çöktü üzerime. Her ne kadar hava durumunda sıcaklık 34 derece olarak belirtiliyorsa da, arabanın termometresi gölgede 38, 5 'u gösteriyordu. Kapı ve pencereler sıkıca kapalı, klima var gücüyle çalışıyor. Oysa ben, pencereden gelen rüzgarı hissetmeyi , kuş seslerini dinlemeyi ve çimenleri koklamayı istiyordum. Her yaz , sıcaklar bastırdığında , dört duvar arasına tıkılmaktan ve terlemekten nefret ediyorum. Sabah duş alıp, ferah ve taze bir şekilde güne başlamışken, daha üzerinden 5 saat geçmiş olmasına karşın, tekrar bir duş alabilmek için yanıp tutuşuyorum.


Genelde güneydeki bütün kentlerde sıcaklıklar birbirine yakın olsa bile, Antalya'nın neminin üzerine nem görmedim ben henüz. Varsa da onlara sabır dilemek gerek!

12 Haziran 2007 Salı

SOKAKTA

45999“Yeşiiiiimmm! Hadi eve gel artııııkkk! Baban gelecek birazdaaannnn!”… Bu, sanırım benim yaşlarımda olan herkesin, çocukluğunda sokaktan eve girmeleri için klasikleşmiş bir çağrıydı o zamanlar. Bütün gün sokakta kan ter içinde , tüm enerjimizi tükettikten sonra, yorgun, terli ama bir o kadar da sakinleşmiş bir halde evlerimizin yolunu tutardık. Sofraya oturmadan eller , parmak aralarına kum girmiş ayaklar bir güzel yıkanır, temiz pak yemeğe otururduk. Uyurken, kafamızda yarınki sokak düşüncesiyle, huzurlu bir uykuya dalardık. Neler yaşamadık ki sokakta?

Apartmanımızın arkasında bir incir ağacı vardı. O zamanlar bize kocaman görünürdü. Onun gövdesini, kargılarla çevirip minik bir kulübe haline getirmiştik. İçini bir güzel süpürüp, yerlere kilimler sermiştik. Evden ya da bakkaldan gazoz, bisküvi alıp orada yerdik sıcak öğle sonlarında. Yaprakların hışırtısı ve tatlı serin gölgesi hala hatırımda...

7 Haziran 2007 Perşembe

OYNAMAK GEREK!

45146Çok çocuklu ailelerde , oda sorunu her zaman olur , tahmin edilebileceği üzere… Bizimkiler de bu sorunu ranza ile çözmüşlerdi o yıllarda.Ranzanın kenarlarını, bir çarşaf ya da battaniye ile kapatırdık. Ayak ucu tarafına, ranzaya yakın olarak iki tane sandalye koyardık. Sandalyeler atımız, ranza da arabamız olurdu ! Sandalyelere bağladığımız ipler gem görevi görürdü. Ranza ve sandalyelerle yarattığımız at arabamız buram buram “Küçük Ev” kokardı…Belki de babamın o zamanlar sıklıkla izlediği Western filmlerin etkisinde kalmıştık, bilemiyorum… Mutfakta ne kadar tabak çanak varsa hepsini doldururduk arabamızın içine. Hatta erzak dolabından pirinç, şeker, bulgur da koyardık Ne de olsa uzun yola çıkacağız, yolda açlıktan ölmek de istemeyiz haliyle… Giysi dolabımızdan, iç çamaşırı, pantolon, kazak ve çoraplardan oluşan minik bir bohça hazırlardık her birimiz. Ranzanın ucuna ablam ve ben oturur, elimizdeki iplerle atlarımızı (!) yönlendirirdik “Dehhhh”, “Hoooo oğlum!” çığlıklarıyla…

15 Mayıs 2007 Salı

ELVEDA...

40691Bundan tam 1 sene önce, dostlarımız Şule ve Bülent’in düğünlerine katılmak üzere güle oynaya İzmir’deydik. Geçen haftasonu ise onlardan birisini, Bilişko’yu toprağa vermek üzere … 12 Mayıs Cumartesi sabahı, öleceği güne uyandığını bilmeyen sevgili Bülent… Ne yazacağımı ya da nasıl yazacağımı bilemesem de , kurduğum bütün cümleleri defalarca yazıp, silip, tekrar yazsam da , daha evime geleli 2 saat olmuşken kendimi bunları yazar buldum…İçimdeki isyanı ve öfkeyi boşaltmanın başka yolu kalmadı benim için; çünkü gözyaşlarım kurudu , beynim uyuştu artık!

Şule ve Bülent… Yaklaşık 15 sene öncesine dayanan dostlukları, ikisi de başkalarıyla evlenip ayrıldıktan sonra, aşka dönüşmüş iki insan. Bülent’i , Şule aracılığıyla tanımış ama kısa sürede çok şey paylaşmıştık. Bülent, Kocaeli’de yaşıyordu, Şule ise Antalya’da…Her ikisi de birbirlerinin yanında iş bulamamışlardı 1 senedir. Geçtiğimiz haftasonu artık Kocaeli’de ev ve okul bakmaya başlamışlardı. Bütün planlarının altüst olacağını nereden bileceklerdi ki?

9 Mayıs 2007 Çarşamba

GİTMELİYİM

39590Hemen valizimi hazırlayıp yola koyulmalıyım. Bu, öncekilere benzemeyecek bir yolculuk olacak. O yüzden de valizimi hazırlarken daha dikkatli olmalıyım. Gereksiz ve bana ağırlık yapacak anlamsız şeyleri her zaman olduğu gibi tıkıştırmamalıyım. Örneğin, yanıma korkularımı almama gerek yok. Gideceğim yerde onlara ihtiyacım olmayacak çünkü. Üstelik hatırlayamayacağım kadar uzun süredir benimle birlikteler; çok sıkıldım artık onlardan. Yıllardır üzerimden çıkartmadığım kalkanımı evde bırakayım ya da bir arkadaşıma hediye edeyim. Ben çok kullandım. Oldukça yıpranmış olsa da hala işe yarar. Yediğim kazıkları bir bahçıvana vermeliyim. Belki güzel bir bahçeye çit yapar onlardan, yemyeşil sarmaşıklar bürür her yanını. Hatta döktüğüm gereksiz gözyaşlarını da elden çıkartmalı, en azından çiçek sulamaya yararlar. Güvensizlik, hayal kırıklığı ya da öfkelerimi almama gerek yok. En iyisi bunları doğruca çöpe atayım. Bana her zaman karışıklıktan başka bir getirileri olmadı. Fazla gelişmiş sorumluluk duygum? Aman aman o da kalsın! Peki ya hüznüm? Hiç gerek yok…

5 Mayıs 2007 Cumartesi

SEN GİDERKEN

39300Yüreğimin bir parçasını da söküp götürdün. Hayatımda beni kayıtsız şartsız seven ender insanlardan birisi de sensin. Bana bu kadar yürekten sarılan, bütün ruhuyla gülümseyen, dupduru bakışlarınla, sen! Senden önce bir kere daha aynı duyguları yaşamıştım; ancak bu kadar da farkında değildim. Ne de olsa üzerinden 15-20 sene geçti. Ayrıca ben daha gençtim o zamanlar, aklım beş karış havadaydı. Sen , olgunluk zamanıma denk geldin.

Arabamın arka koltuğundan bana doğru uzandın. Az önce bana vermiş olduğun papatya saçlarımda takılıydı. Burnunu burnuma sürttün, sonra da minicik bir öpücük kondurdun yanağıma. İkimizin de gözleri dolu doluydu… Ağladığımı görmemen için başımı çevirip sesimde neşeli bir ton yaratmaya çalışarak vedalaştım seninle. Yüzün asıldı. İkimiz de ayrılmayı istemiyorduk çünkü. Olması gereken ise şimdilik buydu. Sonra…

28 Nisan 2007 Cumartesi

ZEYTİNTAŞI MAĞARASI

37776Çubuk makarnaya ya da kıvrımlı bir perdeye benzeyen sarkıt gördünüz mü hiç? Zeytintaşı Mağarası’na gitmediyseniz cevabınız “hayır” olacaktır. Çünkü uzmanların araştırmalarına göre, bu sarkıt yapısı başka hiçbir mağarada bulunmamakta. Güzel bir hafta sonu gezisi için Antalya’nın bir ilçesi olan Serik’teydik bugün. Zeytintaşı Mağarası, Serik ilçe merkezine 16 km uzaklıkta, adını aldığı Zeytintaşı tepesinde bulunuyor. 1997 yılında, taş ocağı açılması için başlatılan çalışmalarda tesadüfen bulunmuş. 8 milyon yaşında olduğu ve oluşumunun devam ettiği tespit edilmiş. 14 m. uzunluğunda ve çift katlı olan mağarada, ziyaretçilere sadece üst kat gösterilmekte. Alt katta çalışmalar devam etmekteymiş.

İçeriye hiçbir şekilde fotoğraf makinesi ve kamera alınmıyor. Flaşların mağara yüzeyine zarar verdiğini bildiğimiz için tripotlarımızı da almıştık ama ne yazık ki çekim yapamadık.

23 Nisan 2007 Pazartesi

HAVUZLARINIZA İYİ BAKIN

32068Başımızın belası havuz problemlerini hatırlarsınız. 2 musluk saatte şu kadar desimetre küp su akıtacak şekilde havuzu doldurmaya çalışır. Diğer yandan havuzu boşaltmaya çalışan bir musluk vardır. Havuzun ölçüleri verilir. Havuzun kaç saatte dolacağını bulmaya çalışırsınız. Dolduran ve boşaltan musluk sayıları arttıkça işler giderek karışır.

İlişkiler ve havuzlar birbirine benzer aslında , hiç farkettiniz mi? Amaç, ikisinin içindeyken de huzur ve rahatlık hissetmektir. Kendini bırakmaktır. İkisinin de oluşum aşamasında büyük bir özen vardır. İleride içine dolduracaklarının sağlam bir şekilde korunması ve bir takım kaçaklar olmaması için titizlikle hazırlık yapılır. Daha güzel görünmesi için güzel fayanslar ya da sözcüklerle döşenir zemini. Sağlamlık kadar, içinde kalma isteği de devam ettirilmelidir çünkü.

19 Nisan 2007 Perşembe

UTANÇ KAMPI TEREZİN-2

36345Duş ve dezenfeksiyon odasına girişte sağda, büyük basınçlı bir kazan gözüme çarptı. Burada mahkumlar kıyafetlerini kazanın içine atıyor ve duş bölümüne geçiyorlarmış. Her duşun altında ortalama 7 kişi oluyormuş . 1, 5 dakika içinde de yıkanıp diğer taraftan kıyafetlerini almaları gerekiyormuş. Bazen de duştan su yerine, zehirli gaz veriliyormuş... Bir duş başlığının altında durdum. Çevreme bakındım. Bir anda bütün sesler ve yüzler silinmişti adeta. Boğazım düğümlenmiş , gözlerim dolmuştu. Tarif edemeyeceğim bir acı hissettim. Kısacık bir sürede yıkanmaya çalışırken musluklardan gelen zehirli gazı hayal ettim. Önce ne olduğunu anlayamadılar büyük olasılıkla. Sonra birer birer ölmeye başladılar...Önce yaşlılar ve çocuklar... Çığlıklar ve üstüste yığılan çırılçıplak bedenler. Bu duvarlara onların ruhu sinmişti adeta... Bir an önce buradan çıkmalıydım!


18 Nisan 2007 Çarşamba

UTANÇ KAMPI TEREZİN-1

36248Ağustos 2006; Prag'dayız. İki gündür, bu masal kentinin dantel gibi işlenmiş bir çok sokağını adım adım gezdik. Rehberimiz, Hitler'in bile bombalamaya kıyamadığı iki kentten birisinin Prag olduğunu söyledi ve arkasından ekledi: “Yarın sabah, isteyenlerle Terezin Toplama Kampı gezimiz var. Katılacaklar lütfen isimlerini yazdırsın...” Bir an için duraksadım. Turumuz başlayalı henüz 2 gün olmasına karşın sanki haftalardır tatildeymişim gibi dingin ve gevşemiş hissediyordum kendimi. Terezin Kampı'nın duygusal olarak beni sarsacağına da emindim. Ama gene de tarihi bir gerçeği yerinde görebilme şansını da kaybetmek istemiyordum.


12 Nisan 2007 Perşembe

DENİZİ GÖRMELİYİM!

35353Sabah uyandığımdan beri kafamda aynı düşünce dönüp duruyordu. Kötü, kabuslarla dolu bir gece geçirmiştim. Böyle bir gecenin sabahında da kötü uyanmıştım haliyle. Huzur bulmak için denize gitmeliydim. Mutlaka! Öğle arasını zor ettim. Falezlerin üzerinde yerleşmiş bir gözlemeciye gitmeye karar verdim. İçeride 4-5 kişi vardı sadece. Pencerenin kenarında bir masa seçtim kendime, buradan bütün körfezi izleyebilecektim. Açık bir çay ve kıymalı, yağsız bir gözleme istedim.

Gökyüzü kapkara ve kocaman bulutlarla kaplıydı. Çok hafif bir rüzgar, falezlerin üstünde yerleşmiş kargıları hafif hafif dalgalandırıyordu. Deniz ise açık maviden mora kadar türlü renge bürünmüştü. Uzakta bir balıkçı teknesi seçiliyordu hayal meyal. Bir sürü martı, sağ tarafa doğru bir yerde denizin üstünde gruplaşmışlardı.

10 Nisan 2007 Salı

İYİ MİSİN MUSTAFA?

35021Bundan yaklaşık 12 yıl önceydi. Antalya’nın Gazipaşa ilçesinde görev yaptığım yılların son demleriydi. Bir öğretmen arkadaşım bana bir öğrencisini muayene için getireceğinden bahsetmişti. Ne problemi olduğunu sorduğumda “Biraz karışık bir iş” dedi. Birlikte uygun bir gün kararlaştırdık. Mustafa’yı işte o gün tanıdım…

Kapı çalınıp , gelmesini söylediğimde kapı aralığından 9 yaşlarında bir erkek çocuk göründü. Arkasında duran öğretmenine son bir kere bakarak, kapıyı kapatıp oturmasını gösterdiğim koltuğa ilişti. İlişti deme sebebim şu, hani, kadınlar oturduğunda -özellikle etek giymişlerse- her iki bacaklarını birleştirip zarifçe yana doğru uzatırlar ya, Mustafa da aynen bu şekilde oturdu. Kendimi tanıttım ve sonra havadan sudan sohbet etmeye başladık. Bu arada onu izliyordum. Çok güzel bir çocuktu.

2 Nisan 2007 Pazartesi

SAKARLIK TARİHİM-2

33667Evettt! Nihayet, merakla beklenen, yaptığım sakarlıkları anlattığım yazımın devamı niteliğindeki “Sakarlık Tarihim- 2” ile karşınızdayım. Biraz geciktiğimin de farkındayım. Ancak siz de takdir edersiniz ki konuyla ilgili malzeme toplamam zaman alıyor:)) Genellikle devam filmleri, ilkini aratır ya hani, umarım ilkindeki keyfi alırsınız.

(Dikkat: Söz konusu sakarlıklarda dublör kullanılmamıştır! )

Şimdi , adettendir ya, başlangıçta ilk bölümün kısa bir özeti geçilir. İlk yazımı okuyanlar bu bölümde mutfağa gidip kendilerine bir çay alabilirler ya da tuvalete falan gidebilirler. Sıkılmayın diye söylüyorum. Ben alınmam…İlk blogumda, yaptığım sakarlıkları şöyle bir gözden geçirip, hangi sakarlığı kaç kere yaptığım ve kendime çözüm olarak neler önerebilirim, listeledim. Sakarlıklarımı değerlendirirken de zorluk derecesine göre 1’den 10’a kadar bir Sakarlık Puanı (S.P.) verdim. İlk bölümü okuyanlar da gittikleri yerlerden döndüler ve yerlerini aldılarsa , başlayabiliriz artık…

İşte yeni sakarlık listem :

16 Mart 2007 Cuma

IŞIĞIN VE GÖLGENİN DANSI

30899Mum alevini dikkatle izliyorum. Dalgalanan alevin duvarda ve tavanda oluşturduğu gölgeler değişip duruyor sürekli. Hatta bazen tuhaf şeylere benzetiyorum; ürküyorum. Neyse ki biraz sonra başka bir hale bürünüyorlar. Her yer kapkaranlık. Sadece titrek bir mum alevi, yüzlerimizi, tavanı ve yakındaki duvarı aydınlatıyor. Elektrikler kesik; zaten ne zaman iki şimşek çaksa böyle oluyor. Ablamlar ve bana da karanlığın tadını çıkartmak düşüyor;ne de olsa çocuğuz....
Odamızdayız ama sanki başka bir yerde gibiyiz. Ayrıntıların kaybolduğu, sadece mum alevi ve gölgelerin dans ettiği bir dünya adeta... Alevin üzerine doğru yüzümüzü yaklaştırıyoruz. Alttan gelen ışıkla yüzlerimiz çok tuhaf görünüyor doğrusu. Hangimizin daha korkunç göründüğüne karar vermeye çalışıyoruz.

11 Mart 2007 Pazar

AKDENİZ DİNGİN, BEN DİNGİN

30152Şimdi bir “an” hayal edeceğiz birlikte. Gözlerinizi kapatın ve düşünün… Aylardan Temmuz… Akdeniz’desiniz; tam da içinde. Siz Akdeniz’de, Akdeniz sizde… Sabahın erken vakitleri. Sakin ve dingin... Denizin üzerinde sırtüstü uzanmışsınız. Henüz kavurucu olmayan güneş yüzünüzü ısıtıyor. Yüzünüzdeki minik tuz zerreciklerinin kuruyarak gerginleştiğini duyumsuyorsunuz. Göz kapaklarınızın içinde bile gözleriniz, güneşin parlaklığını hissediyor.

Bütün kaslarınızın birer birer gevşediğini hissediyorsunuz. Ellerinizi suyun üzerinde sakince kaydırıyorsunuz. Denizin avuçlarınızda yarattığı his hoşunuza gidiyor. Sonra eliniz saçlarınıza gidiyor. Saçlarınızın bir yosun gibi, denizin ahengiyle salındığını fark ediyorsunuz. Ayaklarınızı minik çırpmalarla suda hareket ettiriyorsunuz. Çıkardığınız sesleri dinliyorsunuz. Uçuyormuşçasına kollarınızı ve bacaklarınızı açıp kapatıyorsunuz. Nasıl bu kadar hafif olabildiğinize bir kere daha şaşırıyorsunuz ; gülümsüyorsunuz…

7 Mart 2007 Çarşamba

YAŞLANMAK MI? O DA NE?

29468Zile bastım. Kapı açıldığında annemin ağlamaklı yüzüyle karşılaştım. Her zaman beni gülerek karşılayan gözlerine sıkıntılı bir bulut çökmüştü adeta. Hiç alışkın değildim bu duruma. “Ne oldu annişim?” dedim. Ona hep böyle seslenirdim. “Çok yorgunum” dedi; “Anneannen mahfetti yine bugün beni” diye de ekledi. Antalya daha ılık olduğu için kışı geçirmek üzere anneme gelmişti.

 

Oturma odasına geçtik birlikte. Anneannem salonda pencerenin kenarında bir sandalyeye oturmuş, birine de ayaklarını uzatmış, klima çalışırken üzerinde kocaman bir battaniye yığınıyla oturuyordu. Dışarıda hızla akan trafiği ve gelen geçenleri izliyordu. Televizyondan bir türkü programının sesi geliyordu. Ara sıra da yanındaki sehpanın üzerinde duran açık limonlu çayından minik yudumlar alıyordu. Dilimlenmiş meyvelerle dolu tabak da yanıbaşındaydı.

 

28 Şubat 2007 Çarşamba

"OLMAK" YA DA "OLAMAMAK"

28307İşte biz kadınların bütün meselesi bu…Varlığı da, yokluğu da ayrı bir sorun. Adet görmeye başlamak, genç kızlığa adım atma törenidir adeta. Her ne kadar bizde, konuyla bağlantılı bir düğün dernek olayı olmasa bile konumsal olarak önemlidir. “Artık genç kız oldun” cümlesinin kurulmasıyla, bizlerin yaşamında da sancılı (!) bir dönem başlamış olur.

İlk defa adet görmemizden (ki ortalama 12-13 yaş diyelim) , menapoza kadar (ortalama 50 yaş dersek) geçen sürede yaklaşık 38 yıl x 12= 456 kere adet görüyoruz. Bir de bunu yaklaşık 7 gün ile çarparsak, ömrümüzün kaç yılını adet görerek geçirdiğimize şaşıracaksınız. Hadi sizi yormadan söyleyeyim neredeyse 9 yıl! Tuhaf değil mi?

18 Şubat 2007 Pazar

MAVİ ŞEMSİYE

umbrella_by_pauajusaSabahtan beri yağmur hiç dinmek bilmemişti. Henüz öğle saatleri olmasına karşın gökyüzü kasvetli bir kurşunilikteydi. Biraz öncesine kadar durgun bir göl gibi olan soluk mavi deniz, giderek huzursuzlanmaya ve kararmaya başlamıştı. Telaşlı bir şekilde balık yakalamaya çalışan iki karabataktan başka hiçbir canlı yoktu çevrede. Sanki , deniz kenarındaki bu minik orman , başka bir dünyaya aitti. Ne bir insan, ne telefon, ne de bir gürültü. Sadece yağmurun ve dalgaların sesi…

Bir kadın ve bir adam… Camları buğulanmış bir arabanın içinde oturmaktaydı. Kaportaya düşen damlaların tıkırtısı giderek şiddetini arttırıyordu. Yarı açık camlardan dışarı Sezen Aksu’nun “Eskidendi, Çok Eskiden”in melodisi ağır ağır gökyüzüne doğru yayılıyordu. Ön camdan seyrettikleri deniz, yağmur damlaları camdan süzülürken giderek bulanıklaşıyordu, ta ki silecekler damlaları camın üzerinden sıyırıncaya kadar.

14 Şubat 2007 Çarşamba

HAKKINI VERECEKSİN

25979Sadece kendin için; kendi ruhunu beslemek adına… Tüm algıların açık yaşamalısın. Tadıyla, kokusuyla, dokusuyla, sesleriyle, hissederek. Kendin için en iyisini keşfetmeye çalıştığın bir yolculuğa çıkmışsın gibi düşün.

 

Deniz kenarında otururken, denizdeki mavinin tonlarını, griyi, yeşili , hatta kahverengiyi fark ediyor musun? Dalgaların büyüklüğünden tuhaf, ürküntüyle karışık bir haz alıyor musun? Dingin bir denize bakarken, o sakinlik, senin ruhundaki fırtınaları da dindiriyor mu? Havadaki iyot kokusunu hissediyor musun? Bulutların suya yansımalarını izleyip, küçüklüğünde yaptığın gibi, yine “bulutları bir şeye benzetme oyunu” oynuyor musun kendi kendine? Rüzgârla yüzüne vuran küçücük tuz zerreciklerini hissedip gülümsüyor musun? Uzaktan geçen bir yelkenliyi görüp onun içindekileri ve nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor musun? O teknede olup gitmeyi düşünüyor musun ya da?

 

8 Şubat 2007 Perşembe

İYİ Kİ VARSIN ANNE!

25064Annem…İlk defa yüzünü ne zaman ayırdedip, seni görünce gülümsemeye başladım hatırlamıyorum. Kokunu duyup ağlamamın dindiğini ya da sesini duyunca heyecanla çırpınmaya başladığımı da…Hafızamı zorlasam bile olmuyor. En erken 2 yaşında , cezaevinin karşısındaki evin bahçesinde, beni salıncakta salladığın an var aklımda. Soğuk ve çorak bir bahçeydi. Ama sen vardın,sıcacık…Haa sonrası mı? Anılar akın akın üşüşüyor beynime.

Yazlık sinemaya giderken , beni götürmediğiniz için ortalığı birbirine katmış ve büfenin camına bir tekme atmıştım. Sen, her zamanki soğukkanlılığınla ,cımbızla, ayak parmağımdaki cam kırıklarını ayıklamıştın. Kızmıştın bana, ama çok değil. Hala parmağıma baktığımda, yaptığımdan utanmama belki de o sessizliğin sebep oldu. Karşı komşumuz Muzaffer Teyze ile camdan cama top oynardınız. Kaç kere yollamıştın beni onların kapısına” bir maniniz yoksa annemler size gelmek istiyor” demem için.

4 Şubat 2007 Pazar

TUTKU OYUNLARI

24502Şehrin banliyösünde bir çocuk parkında, üç kadın, bir bankta yanyana oturmaktalar. Bir yandan gündelik yaşamlarından, evliliklerinden, çocuklarından bütün bilmiş halleriyle bahsederken, bir yandan da kendilerinden az ötede çimenlerde oturan ve davranışlarıyla hiç de becerikli bir anne ve kadın gibi görmedikleri Sarah’yı ( Kate Winslet )göz ucuyla izlemekten geri kalmazlar. Edebiyat doktorası yaptığı için zaten Sarah da kendini onlardan daha farklı bir noktada görmektedir.Zengin bir kocası ve bir düzeni vardır. Gündüzleri çocuğuyla beraberken bazen boğulduğunu, kendine ait bir yaşamı kalmadığını düşünmektedir. Kocası ise bu arada, internetteki porno sitelerinde, kendine alternatif zevkler aramakla meşguldür.

28 Ocak 2007 Pazar

AZRAİLE ÇELME TAKMAK

23466Bir kadın… 45 yaşında… 6’şar ay arayla 4 teyzesini ve annesini meme kanserinden kaybedince, kendi sağlık kontrollerini daha sık yaptırmaya başlamış. Bir göğsünde minicik, milimetrik bir kitle çıkınca, doktorları “takip edelim, henüz yaşınız çok genç” demişler. O ise ısrarla biyopsi istemiş. Biyopsi sonucu kanser olarak bildirilmiş. Bunun üzerine de kendisi için çok zor olabilecek bir düşünme sürecine girmiş... Tercihini, henüz 32 yaşındayken, her iki göğsünü de aldırmak yönünde kullanmış. Çünkü kendisi de bir hemşire olarak gelecekte onu nelerin beklediğini çok iyi bilmekte. 6 yıl kadar meme protezini de reddetmiş. “Kadın” olmanın sadece “meme sahibi olmak” demek olmadığının bilinci ve tepkisiyle. Kızının da ısrarlarıyla, 6 yılın sonunda meme protezi kullanmaya başlamış.

22 Ocak 2007 Pazartesi

ÇOCUKLUĞUMDA BİR PAZAR GÜNÜ

22446Ufff , biraz daha uyuyayım lütfennnn!!!! Şu rüyamın sonunu bir getireyim hele…. Hımmmm bu koku da ne???Annem gene sevdiğim peynir rendesi , yumurta ve maydanoz karışımını, ekmeğin üzerine sürmüş ve fırına vermiş galiba…Kokusu nefis…Taa yattığım odadan duyuyorum…Kalksam mı ki??? Beş dakika daha yatayım, sonra kalkarım.. Anneannem kalkmış çoktan…Bizi ziyarete geldiğinden beri, benimle aynı odada yatıyor…Gece , gene bir sürü kabus gördü herhalde…Uykusunda inleyip, tuhaf sesler çıkardı çünkü… Korkuyorum onunla uyurken…Ufff rüyamın da devamını göremedim…Kalkayım bari..

Önce bir elimi yüzümü yıkayayım…Su da ne kadar soğuk geliyor sabah sabah…Azıcık gözlerimin üzerine su çarpsam , kimseler görmeden, yeterli olur sanırım…Hay Allah!! Terliklerimi giymeyi unutmuşum….Tamam, hazırım kahvaltıya gitmeye.

5 Ocak 2007 Cuma

BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ'NE NE OLDU?

20099Okul yıllarımda, bir “ Bermuda Şeytan Üçgeni” efsanesi, bizi altüst etmişti.…Neydi Bermuda Şeytan Üçgeni ?? Atlas Okyanusu’nda , yaklaşık olarak Miami, Bermuda ve San Juan arasında bulunan ve adı üzerinde üçgen biçiminde bir alan…Peki “şeytan “lığı nereden geliyordu??? Bu üçgenin üzerinden geçen uçak ve gemiler kayboluyordu…Arkalarında hiçbir iz bırakmamaları, herkesi şaşkına çeviriyordu..O dönemde Bermuda Şeytan Üçgeni’ni konu alan bir sürü de film çevrilmişti…Ben de onun bu gizemine kapılmaktan kendimi alamamıştım tabii ki…Arkadaşlarımla , her fırsat bulduğumuzda bu konuyu konuşuyorduk..Kafamız karmakarışıktı…Bilinmezlik çok cazipti…