19 Nisan 2007 Perşembe

UTANÇ KAMPI TEREZİN-2

36345Duş ve dezenfeksiyon odasına girişte sağda, büyük basınçlı bir kazan gözüme çarptı. Burada mahkumlar kıyafetlerini kazanın içine atıyor ve duş bölümüne geçiyorlarmış. Her duşun altında ortalama 7 kişi oluyormuş . 1, 5 dakika içinde de yıkanıp diğer taraftan kıyafetlerini almaları gerekiyormuş. Bazen de duştan su yerine, zehirli gaz veriliyormuş... Bir duş başlığının altında durdum. Çevreme bakındım. Bir anda bütün sesler ve yüzler silinmişti adeta. Boğazım düğümlenmiş , gözlerim dolmuştu. Tarif edemeyeceğim bir acı hissettim. Kısacık bir sürede yıkanmaya çalışırken musluklardan gelen zehirli gazı hayal ettim. Önce ne olduğunu anlayamadılar büyük olasılıkla. Sonra birer birer ölmeye başladılar...Önce yaşlılar ve çocuklar... Çığlıklar ve üstüste yığılan çırılçıplak bedenler. Bu duvarlara onların ruhu sinmişti adeta... Bir an önce buradan çıkmalıydım!


Karantina odasına geçtiğimizde de durum hiç iç açıcı değildi tabii ki. Kocaman taş bir oda ve sadece 4 tane yatak. Zaten karantina odası tedavi etmek ya da diğerlerini korumak amaçlı değildi ki. Hasta olanlar yerlere yatırılıp bir an önce ölmeleri bekleniyordu.1944 yılında Kızıl Haç denetlemesi sırasında gösterilmek üzere bir traş odası yapılmış ayrıca. Bir sürü lavabo ve aynadan oluşan fayanslar döşeli bu oda sadece 1 günlüğüne açılmış ve misyonunu tamamladıktan sonra da bir daha kullanılmamış. Zaten kullanılacak bir hali de yokmuş. Çünkü ne musluklar ne de lavabolar, başka bir boru sistemine bağlı değilmiş. Göstermelik iş yapmanın sadece bize mahsus olmadığını gördüğüme de şaşırmadım desem yalan olur.


Tekrar açık havaya çıktığımızda herkesin yüzü ağlamaklıydı. Gördüklerimiz hepimizi dehşete düşürmüştü. Şimdi idam etme sahasına gidecektik. Buraya gidişin iki yolu vardı. Rehberimiz “Kapalı yer korkusu olanlar için yer altı geçidini önermem” dese de ben orayı da merak ediyordum. Bülent, tünelin girişinde durmuş bana bir şeyler söylüyordu, ama uzakta olduğum için “Burası dar, diğer yoldan gel” dediğini duyamadım. Benim diğer yoldan gideceğimi düşünerek elinde kamera , geçide girmişti bile. Aramızda çok fazla insan olduğu için yetişemedim. Ben de diğer gruptakilerle birlikte yürümeye başladım. Sadece 2 m. yükseklikte dar bir tünelde yürüyorduk. Sağlı sollu minik aydınlatma pencereleri vardı. Herkes bir ağızdan konuştuğu için sesler yankılanıyordu. Mahkumlar son yolculuklarını bu tünelde yapıyorlardı. Acaba o anda akıllarından ne geçiyordu? Korkuyorlardı mutlaka. Taş tünelde , onlardan bir iz ararcasına büyük bir dikkatle izliyordum çevremi. Bir ara fotoğraf çekmek üzere durakladım. Bütün grup ilerlemiş, ben oldukça geride kalmıştım. Birden seslerin kesildiğini farkettim. Ne önümde ne de arkamda kimseler yoktu. Bağırarak çıkışa doğru koşmaya başladım. Mahkumların yavaş adımlarla ölümlerine yürüdükleri bu yoldan, ben telaş içerisinde kendi özgürlüğüme koşuyordum.


Karanlık tünelden, yemyeşil bir alana çıkmıştım. Bu kadar, insana huzur verir görünen bir yerde yüzlerce insanın asıldığını veya kurşuna dizildiğini hayal etmek o kadar zordu ki. En büyük kurşuna dizme olayı Mayıs 1945'de yaşanmış; aynı anda 52 kişi öldürülmüş. Mahkumların kurşuna dizildiği yerlerde şimdi ziyaretçiler, çimenlere oturmuş sohbet ediyorlar, idam sehpasının yanında hatıra fotoğrafı çektiriyorlardı. Yolun sonunda gene yemyeşil bir tepe görüyorduk. Bu tepenin, bir toplu mezar olduğunu öğrendik daha sonra. 1945 yazında tam 601 kişi çıkartılmıştı bu mezardan.


Yürüyerek subaylara ait bölüme geçtik. Burada lojmanlar, sinema ve yüzme havuzu bulunmaktaydı. Günümüzde de bu sinemada Terezin'le ilgili belgesel film gösterileri yapılmaktadır. Bir yanda mahkumların yaşadığı insanlık dışı ortam, diğer yanda duvarların hemen arkasında, her türlü olanağa sahip bir yaşam. Bütün günü bir tane kahve ve bir lokma kuru ekmekle geçirmeye çalışan, hergün ne zaman öleceklerini bilemedikleri bir yaşam süren mahkumlar ve bütün gün işkence yapıp, akşam duşunu alıp sinemaya giden subaylar... Bu zıtlık beni çok şaşırtıyordu.


Turumuzu tek kişilik 1 metrekarelik hücreleri gezerek tamamladık. Bu daracık alanda da 10 kişinin nasıl kalabildiğini de algılamak cidden çok zordu. Birden, yanımızdaki başka bir turist kafilesinin Almanca konuştuğunu farkettim. Almanca bilmediğim için de çok hayıflandım. Bir Alman, burayı gördüğünde ne hissederdi acaba? Utanç mı? Pişmanlık mı? Sıkıntı mı? Övünç mü? Bu veya başka bir toplama kampını, bir Alman rehber nasıl anlatırdı? İnsanları buraya getirmek bir nevi günah çıkartma mıydı?


Kafamda bu sorularla, geldiğimiz taş yoldan otobüsümüze doğru yürümeye başladık. Hakkında bir çok kez okuduğum ya da filmlerde izlediğim zulmü, yaşanılan yerlerde gezerek görmek, benim için unutulmaz bir deneyim olmuştu. Geçmişlerini ve yaptıkları vahşeti unutarak, diğer milletlerin -olası ya da kesin- yaşadıklarıyla ilgili fikirler yürütmenin ne kadar anlamsız olduğunu bir kere daha düşündüm.


İnsanın insana yapabileceği, hatta hayal sınırlarını bile zorlayan bu vahşet, hiçbir ulusal çıkar ya da politik amaç için asla kabul edilemez, edilmemelidir de. Ne kendimiz ne de başkaları için! Ne dün, ne de bugün... Bu insanlık dışı olay, sadece uygulayıcılar için değil, gelecekteki bütün insanlar için de her zaman utanç verecek bir mirastır.


Not: Bu yazı, Prag hayallerimi paylaşan ve gerçekleşmesini sağlayan Bülent içindi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder