3 Ağustos 2007 Cuma

KIRIK DÖKÜK DÜŞLER

55500"Gidebilmeyi bilmek gerek" diye mırıldandı kendi kendine. Yüz göz olmadan, kavga kıyamet kopartmadan, fırtınalarda daha fazla kaybolmadan gidebilmek... Ruhunu daha fazla örselemeden, içindeki herşeye ve herkese hissettiğin öfke ile karşındakini iyice kırmadan incitmeden gidebilmek. Patlamaya yüz tutmuş volkanın ağzından akmak için seni zorlayan lavların kavuruculuğundan uzaklaşmak için belki de. O lavlar akarken onun sıcağında sonsuza kadar yok olup gitmek de var çünkü...

Kalkıp odanın içerisinde ileri geri dolaşmaya başladı. Duvarlar üstüne üstüne geliyordu adeta. Çalan telefonun sesiyle irkildi. Sonra arayanın "O" olmadığının farkına vardı. Çünkü "O" aradığında farklı bir melodi çalıyordu; aileden olanlar aradığında olduğu gibi. Telefon rehberindeki gruplarda aile bölümüne kaydetmişti "O"nu . Sanki oraya kaydedince aile olma şansları varmış gibi düşünmüştü. "Salaksın kızım sen!" diye söylendi. Telefon hala ısrarla çalıyordu... Kimseyle konuşmak istemiyordu. Hele de birilerine sesindeki kırıklığın sebebini anlatmak hiç istemiyordu.

Son kez telefonda görüştüklerinde “Bir süre yalnız kalmak istiyorum” demeyi düşünmüştü. Sonra bu cümlenin ne kadar saçma olacağını düşündü ; zaten yalnızdı çünkü. Aynı kentte özlem duyuyordu sevdiğine. Artık özlemekten yorulmuş ve sıkılmıştı. Kendisine verilen zamanla yetinmesi gerekiyormuş gibi hissediyordu, hissettiriliyordu. Hiç bir zaman yaşamla ilgili büyük hırsları ve ulaşılmaz hedefleri olmamıştı. Sadece her kadının isteyeceği basit isteklerdi düşlediği. Önüne sunulanla yetinmeyi ve mutlu olabilmeyi her zaman başarmıştı. Ama şimdi elinde olanlar yetmiyordu, yetinemiyordu.Ne kadar ikna etmeye çalıştıysa da aklını ve yüreğini olmuyordu, yapamıyordu işte. “Yalnızsam da yalnızlığımı bileyim” diye düşündü. Ama bir yandan da “O”ndan uzak kalma düşüncesi bile ürkütüyordu. Şimdiye kadar hiç bir erkeğin dolduramadığı bir boşluğu doldurmuştu “O”. Ruhunun en derinlerinde gizlediği yaralarına dokunup iyileştirmişti usulca. Belki de bu kadar hoşgörüsünün sebebi de bu vazgeçilmezliğiydi. Kapana kısılmış gibi hissediyordu kendini. İçindeki öfkeyle hem kendine hem de sevdiğine zarar verebilirdi. Karşısındakine kıyamayacağını bildiği için de en çok yarayı kendisi alacaktı. Buna gücü yoktu...

“Olmuyorsa olmuyordur. Boşu boşuna bir şeyleri zorlamanın gereği yok” dedi sessizce. Kendi kendine konuşmak bile tuhaf gelmiyordu artık. İkisi de olmazların farkında oldukları halde kimse o ilk adımı atıp kangren olmuş kolu kesemiyordu. Canından can kopartmak çok acıtacaktı. Şimdi kopartmasalar, bu sefer de lime lime dağılan bir ilişkinin yitip gidişini görmek daha ağır olmaz mıydı? Duyguları öldürmek için beklerken saygının ya da özel olduğunu düşündüğün duygularının tuzla buz olup sonsuza dağılışını seyretmek daha mı iyiydi? Beyninin derinlerinde özenle saklayacağın güzel “an”ları da hırpalamaz mıydı bu süreç? Hala seviyorken ne yapılabilirdi ki peki? Yapılacak ne kalmıştı? Hiç bir şey!

Elinde bir ayna ile her zaman oturduğu koltuğuna çöküverdi. Dikkatle, aynada gördüğü yüzünü inceledi. Uzun süredir pırıl pırıl görmeye alışkın olduğu gözlerinin yerinde kocaman birer boşluk duruyordu. Dudakları sımsıkı kapalı, yüz hatları gergindi. Gördükleri içini dağladığından aynayı yandaki kanepenin üzerine doğru fırlattı. Gözüne 1 hafta önce “O”nun getirdiği çiçeklerin durduğu vazo ilişti. Kurudukları halde atmaya kıyamamıştı bir türlü. Her zaman çok çabuk ağlayabiliyorken bu sefer kupkuruydu göz pınarları…"Söylenecek tek bir sözün , kurulacak tek bir cümlenin bile artık bir anlamı kalmadığını bildiğinde susmalısın" dedi kendi kendine. Hem kendinin, hem de yüreğinin çığlıklarını susturmasını bilmeliydi. Kucağındaki kırık dökük düşlerine baktı son bir kez. Ani bir kararla ayağa kalktı. Kucağından ayaklarının önüne düşen düşlerinin üzerine basarak yürüdü uyuşmuş bir halde.

Sonra... Sustu… Bütün sesler kesildi... Sustu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder