30 Ağustos 2008 Cumartesi

BİR GÜVERTE, DÖRT KAPTAN

istanbul-011Yazmak, yazmayı sevmek ve yazabilmek… Aslına bakarsanız bir çok açıdan güzel, heyecan verici ve anlamlı olmakla birlikte, uzakları yakın, insanları dost, yürekleri bir yapan bir özelliğe de sahip. Şimdi hala tadı damağımda kalan güzel bir gecenin izlerini bir kez daha sürüp, beynimin labirentlerinde ölümsüzleştirmenin peşindeyim.

Alptekin’le tanışmamız bundan bir yıl önce yazılarla başlamıştı. Başka bir platformda yazmış olduğum birkaç öykümle ilgili beni resmen bir soru yağmuruna tutmuştu. Okuduklarını not alıp, gayet ciddi bir şekilde yorumlayıp, bu öyküler arasındaki bağlantı noktalarını merak eden tarzda sorulardı bunlar. Bu durum bende çok büyük bir şaşkınlık yaratmıştı; çünkü yazılarımı o zamana kadar kimsenin bu kadar ciddiye alacağını düşünmemiştim.

Yazılarla başlayan tanışıklığımız, aynı özenle sürdü gitti… Birbirimizin yüzünü bile görmemişken, hayatımızda olan bitenden haberdar, birbirine destek olan iki arkadaş haline dönüşüverdik. Bir gün gelip sanal bir gazete çıkardığını ve benim onun yanında olup olmayacağımı sorduğunda tereddütsüz bir şekilde yanıtladım:”Onur duyarım!”. Bu, ona duyduğum güvenin ve inancın sonucuydu hiç şüphesiz; yaptıklarından da hiç haksız olmadığımı gururla izliyorum.

Ve geçen bir senenin üzerine nihayet yüz yüze görüşmenin vakti gelmişti. Antalya ve Silivri arasında kurulan bu görünmez dostluk köprüsünü artık üzerinden yürüyüp karşıya geçecek bir hale getirmek gerekiyordu. 28 Ağustos 2008… Bülent’le Silivri’ye doğru yola çıktığımızda, yoğun akan trafiğin karmaşası bile heyecanımı bastırmaya yetmedi. Hem Alptekin’i hem de Silivri’yi görme şansını nihayet yakalamıştım. Genelde Silivri’nin son zamanlarda medyada yer alan bazı olumsuz haberlerle adının gündeme gelmiş olmasına karşın, yaz ve yazlık kavramlarıyla da birebir örtüştüğünü bilmekteydim ve tabii ki Yoğurt Festivalini de…

Otomobilimizle beldenin sokaklarından geçerken bazı insanlarla göz göze geliyor ve nedense tanıdık bir yüz görecekmişim gibi hissediyordum kendimi. Denize kıyısı olan bütün yerleşim yerleri bana oldum olası sıcak ve sakin gelmektedir her zaman… 30 yıldır Antalya’da yaşayan bir insan olarak hala denizi her gördüğümde sevinmem de bu sebeptendir.

Buluşma noktamız olan Atatürk heykelinin olduğu meydan, kıyıya bağlı teknelerin nazlı nazlı salındığı , şehrin karmaşasından uzak haliyle bana o kadar yakındı ki… Alptekin’den önce martılar karşıladı bizi neşeyle. Sonra… Kucaklaşma ve uzakları yakın edebilmenin sevinci… “Aç mısınız; susuz mu?” diye sordu Alptekin. “Açız!” dedik. “Haydi o zaman” dedi…”Güverte’ye gidiyoruz!”

“Güverte” kıyıda şirin mi şirin bir balık restoranı. Denizin üzerinde kurulu masaları ve sıcacık dekorasyonuyla daha ilk gördüğüm anda yüreğimin tam ortasından vurdu beni. Sahibi Yusuf Bey ve bütün garsonlarla tanıştık birer birer ;yüzlerimizde sıcacık birer tebessümle… Silivri’de gün batıyordu; hem de  tam  bizim oturduğumuz masanın üstünden. Yüzüme vuran serin rüzgar ve gün batımı…Suyun derinleşip tekrar sığlaşmış bir bölgesinde sanki denizin yüzeyinde ayakta duruyormuş gibi görünen martıları seyre daldım. Burası bambaşkaydı…

Sonra mı? Böyle bir manzara karşısında rakı içmemek olur mu? Ve hepsi birbirinden lezzetli mezeler geldi birer birer. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim, hayatımda yediğim en muhteşem ahtapot salatasını “Güverte”de yedim ben. Sağlığa ve ağız tadına tokuştu kadehler… Laf lafı açtı; yürek yüreğe açıldı. Gün batıp da rengarenk ışıklara bürününce bir başka güzel ve gizemli oldu Silivri. Her anı ve her haliyle çok güzel bir kadın gibiydi adeta…
Masamıza bize “Hoş geldin” demek için uğrayan ve “Abi” kelimesinin bu kadar yakıştığı ender insanlardan sevgili Lütfü Ertürk ile tanıştık bir süre sonra. O da bize katıldığı andan itibaren güvertede beraber olmaktan keyif alan dört kaptan olmuştuk adeta. Hiç tanışmadan tanıdık olmak böyle bir şey olsa gerek…Sohbeti bir kenara ittik gece yükseldikçe. Artık şarkılar bizim kılavuzumuzdu. Onlar hangi yönü gösterirse rotamızı o tarafa çeviriyorduk. Eskiden yeniye, hüzünden neşeye aktık gittik tüm gece… Notalar, denizi usulca okşayıp yıldızlara ulaştı birer birer…

Ama ne yazık ki zaman kıskandı bizi. Çekemedi belki de bu huzurlu ve keyifli geceyi. Gitme vakti geldiğinde vedalaştık herkesle istemesek de. Bu unutulmaz gecenin mimarı sevgili arkadaşım Alptekin ve sıcacık yüreğiyle sevgili Lütfü Abi… Sizler için ne desem yetmeyecek. Her şey için çok teşekkürler sevgili Yusuf Bey ve tüm “Güverte” miçoları… Bizi sakın unutmayın martılar ve yakamoz… En kısa zamanda tekrar geleceğiz… Nasıl gelmeyiz ki? Yüreğimin bir parçası Silivri’de kaldı. Ben gelinceye kadar ona iyi bakın; olur mu?

4 yorum:

  1. kıskandımm çok kıskandımmmm :))

    YanıtlaSil
  2. Yeşim Özdemir31 Ağustos 2008 01:47

    Ahh Özlemciğim zaten senin de orada olabilmeni öyle isterdim ki... Ama sana sözüm var biliyorsun;yani alacaklısın!Rövanşımız Antalya'da olacak:)Kocaman öptüm seni...

    YanıtlaSil
  3. İYİ de Yeşom gel artık, özledim ben seni.:)BR/Yazmak böyle bir şey işte Yeşom, kelimeler sayesinde yürekler buluşuyor bir yerlerde ve çok güzel dostluklar ortaya çıkabiliyor. Ne büyük, ne anlamlı bir kazanım değil mi?BR/Sevgilerimle, canım arkadaşım benim..:)

    YanıtlaSil
  4. Yeşim Özdemir2 Eylül 2008 11:32

    Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına döndüm nihayet:)Yazılarla tanışıp yüzyüze buluştuğumuzda güzel dostluklar yaratıyoruz; yoktan var ediyoruz. Seninle de olduğu gibi:) Öptüm seni...

    YanıtlaSil