7 Eylül 2008 Pazar

SİMLİ ÇORAPLAR

istanbul-008Deniz kenarında, oldukça yoğun ziyaretçi akınına uğrayan bir balıkçı köyünde gördüm onu. Tepemizde kızgın kızgın parlayan güneşe inat , sadece gözlüğünün kenarlarından belli belirsiz seçilen pembelik dışında teni görünmüyordu; ne teni, ne saçları ne de gözleri… Birkaç adım önünde yürüyen, kocası olduğunu tahmin ettiğim  adamın peşinden, elinden sıkıca tuttuğu oğlunu sürükleyerek telaşla yürüyordu. Adam, kadınının aksine, açık renkli kısa kollu bir gömlek ve çorapsız ayaklarına geçirdiği terliklerle son derece rahat görünüyordu. Kaç yaşında olduğunu tahmin edemediğim bu kadın, Burka giyen Afgan kadınlar gibi kendisini simsiyah bir çarşafın arkasına hapsetmişti. Yanından geçen herkesin kendisini bakmaktan alıkoyamadığı tek kadındı o gün o köyde…
 

Meyhaneleriyle ünlü bir sokakta , bir lokantanın kadınlar tuvaletinde gördüm bir diğerini… Aynanın karşısında dikkatle kendisini inceliyordu. Kayıtsız gözlerle bana da göz atmaktan  geri kalmadı bu kısacık zaman dilimi içerisinde. Kot pantolonum, makyajsız yüzüm ve dağınık saçlarımla  pek sıradan görünmüş olsam gerek, bakışlarını kendisine çeviriverdi tekrar. Parlak mavi türbanını düzelti önce. Saçının tek bir telinin bile görünmediğinden emin olduğunda, sıcaktan dağılmış göz makyajını düzeltmeye başladı. Özenle koyu ve kalın birer çizgi çekti kirpiklerinin dibine; rimelle kirpiklerini kıvırdı ve boyadı simsiyah. Nar çiçeği rengi rujunu tazeledi sonra. Mavi, sarı ve turuncu renklerle bezeli tuniğinin düğmelerini kontrol etti. Artık masaya dönmeye hazırdı. Kendisine gülümsedi ve aynı anda tuvaletten çıktık. Dimdik tuttuğu başıyla bütün dikkatleri üzerinde toplayarak masaların arasında yürümeye başladı. Ben mi? Sessiz sedasız yerime geçtim; hiç kimse fark etmedi bile varlığımı…
Topkapı Sarayı’nın bahçesinde gördüm bir çoğunu; belki aynı kadınlardı, belki de değil… Nereden bileceğim ki? Hepsinin de yüzleri simsiyah peçelerin arkasında gizliydi. Yıllar öncesine ait saray bölümlerini gezerken Harem’de, geçmişle günümüz birbirine karışıp ironik bir hal aldı dört karısıyla gezen adamı gördüğümde. Bir tanesi, su içmek için peçesinin ucunu hafifçe kaldırıp, dudaklarını göstermeden su içmenin çabasındaydı Ağustos sıcağında… Yaramaz  rüzgar oyun oynadı bir diğerine. Siyah çarşafın dizden aşağısı açılıverdi bir anda. Sanki bir röntgenciymişçesine bakmadan duramadım o açılan bölüme. Kısa paçalı bir pantolon ve altında simle işli beyaz çoraplardı gördüğüm. Bir an için simli beyaz çorapların gün ışığına kavuşmak için isyan ettiğini hayal ettim kendimce. Öyle ya ; ışık olmayan yerde simin ne anlamı vardı ki?
Erkek hastayı muayene etmeyi kabul etmeyen kadın hekimler gördüm. Ettikleri yemini hiçe saymış, insan olmanın anlamını yitirmiş, yobazlığın denizinde boğulup gitmişlerdi. Kadın olduğumdan, tokalaşmak için onlara uzattığım elimi havada bırakan öğretmenler gördüm. Çocuklarımızı yaşama hazırlasın, onları bilgili ve çağdaş yetişkinler haline getirsinler diye gönderdiğimiz okulların öğretmenleri. Usulsüz yapılıp, yerle bir olan dini eğitim veren kursların yıkıntılarının altından  çıkarttıkları gencecik evlatlarının cansız bedenlerini toprağa verip, suskun ve şaşkın öylece kalakalan insanlar gördüm. Ramazan ayında oruç tutmadığı için dövülen üniversite öğrencilerini, etekleri kısa diye bacaklarına jilet atılan ya da asit dökülen kadınları gördüm sonra. İbadet de kabahat de gizli olmalıydı hani? Cuma namazlarını gövde gösterisi haline getirenler, kameralar karşısında dua edip iftar sofrasında poz verenler ne yapıyor o zaman? Maaşa bağlayıp örtünmeyi ya da oyu garantileyenler, cennet vaatleriyle insanları kandıranlar, üfürükçüler, muskacılar… Sevgiyle değil de korkuyla dini zorlamak neden?
Anneannemin ve kırsal yaşam süren bir çok kadının baş örtülerini gördüm ben; yemeninin kenarından omuzlara inen kınalı örgüleri… Kadın erkek omuz omuza oynanan halk danslarında, bir ağızdan söylenen türkülerde hep bir öykü yok mudur hayata dair? Annemin gençlik fotoğraflarını anımsadım sonra; mini etek ve yüksek mantar topuklu ayakkabılarla gülümseyen yüzünü . O fotoğrafların çekildiği kentte, artık bırakın mini eteği, kısa kollu gezenlere bile ayıplar gözlerle bakılıyor aradan 30 yıl geçmişken. Sosyal yaşamın vazgeçilmezleri olan sinemalar ve tiyatrolar kapanıyor birer birer. “Alkolsüz Aile Lokantası” gibi bir tanımlamayı hayretle okuyorum bir başka ilçedeki lokantanın tabelasında.
Herkesin bir zamanlar birbirine gösterdiği hoşgörünün yerinde artık yeller estiği bir gerçek. Bir çok insan, kendi doğrusunu dayatarak olması gerekeni gerekirse zorbalıkla hayata geçirmenin derdinde. “Gelecek “ kavramının önünde giderek yoğunlaşan kocaman kapkara bir bulut var adeta. Yaşadığım ülkeyi tanıyamaz olmaya başladım ne yazık ki. Din gibi hassas ve tartışmaya  çok da açık olmayan bir konu üzerinden çevrilmeye çalışılan dolaplara  “dur” demek gerekmiyor mu artık? Gerçek dindarlarla, sadece öyleymiş gibi davranıp kendilerine bir şekilde kazanç sağlamaya çalışanların ayırdedilmesi gerekirken, öylece olanı biteni izleyerek çok ciddi bir yanılgının tam eşiğinde miyiz acaba? Yoksa bizler büyük bir gaflet uykusunda, gelecek yerine geçmişe mi yürüyoruz hızlı adımlarla ?

4 yorum:

  1. sadece din değil her şeyin "insan"ın, insan olmanın önüne geçtiği zamanlar yaşıyoruz artık ne yazık ki...ve insanlık günden güne daha da aşağılara çekilirken geleceğe dair umutlarım da tükeniyor.

    YanıtlaSil
  2. Yeşim Özdemir8 Eylül 2008 05:02

    "İnsan" olmanın ne olduğunu tekrar hatırlayabilecek miyiz millet olarak? Gördüklerimizden daha neler görebileceğimizi tahmin edebiliyorum. Ve bu düşünce inan bana kanımı donduruyor.

    YanıtlaSil
  3. Kral çıplak Yeşom da biz kral çıplak diyemiyoruz, gaflet çukurundayız fark etmiyoruz.BR/Sevgilerimle...

    YanıtlaSil
  4. Yeşim Özdemir10 Eylül 2008 08:30

    BU GAFLET UYKUSUNDAN UYANDIĞIMIZDA BİR FACİA BİZİ BEKLİYOR OLACAK...

    YanıtlaSil