14 Ocak 2008 Pazartesi

KUMSALDA-1

86127Eylül güneşi, sonbaharın o dingin havasına kendini kaptırmış, mavinin türlü tonlarıyla bezenmiş denizin üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Hemen solunda, denize giren iki çocuklu bir aile ve kendisi dışında bembeyaz kumsal oldukça sakindi. Bir de ta uzakta, koyun diğer ucunda -seçebildiği kadarıyla- kızlı erkekli bir grup genç denize giriyorlardı. Turizmden nasibini almayan ender yerlerden birisi olarak, hala bakir kalabilmiş bu deniz kenarındaki kasabaya henüz dün gelmiş olmasına karşın, sanki günlerdir oradaymış gibi hissediyordu kendisini. “Ne fark eder ki?” diye düşünerek acı acı gülümsedi kendi kendine.

 

Derin bir nefes alarak kendisini sıcak kumların üzerine sırt üstü bıraktı. Güneş gözlüğünün camlarından içeri sızan güneş, ağlamaktan şişmiş göz kapaklarını yalayıp, kum gibi batan gözlerinin içine giriyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı. Mavi terliklerini tek bir hareketle çıkartıp, ayaklarını kumun içine gömdü. Üzerindeki mavi beyaz çiçekli elbisesi ile kumsalda öylece yatarken, güneşleniyormuş gibi göründüğünün farkındaydı ama umurunda bile değildi. İçinde öylesine tarifsiz bir boşluk vardı ki, artık hiç bir şeyin önemi kalmamıştı onun için. Kaybolmuştu… Çünkü “O” artık yoktu…

 

En son geçen sene , yine aynı bu kumsalda, tam da bu zamanlar yan yana uzanmışlardı beyaz kumlara. Hatta Eylül güneşinin yakmayacağını düşünüp saatlerce süren, koyu bir sohbete dalmışlar ve akşam olduğunda birbirlerinin kızarmış burunlarıyla dalga geçmişlerdi. Yoğun tempolu iş yaşamları yüzünden birlikte bir tatile çıkma fikri her ikisi için de “bir zaman” gerçekleşecek bir hayal gibiydi hep. Günlük koşuşturmalar içinde, her zaman daha önemli buldukları bir şeyler yüzünden planlar ertelenip durmuştu. Taa ki “O”, bir akşam telefon açıp “Önümüzdeki hafta için mutlaka izin alıyorsun; seni cennete götüreceğim! Bayılacaksın!” diyene kadar... İş yerlerinden izinler alınmış, bavullar hazırlanmış ve nihayet cennete giden yola çıkılmıştı. Bu tatilin, birlikte geçirecekleri son günler olduğunu henüz ikisi de bilmiyorlardı.

 

Birden üzerine düşen bir gölgeyi fark ederek gözlerini açtı. Sarı saçlı tombul bir kız çocuğu başucuna gelmiş, meraklı bakışlarla dimdik kendisine bakıyordu. Sular süzülen kıvırcık saçları ve bikinisinin alt ve üst parçasının arasından fırlayan göbeği ile aslında çok sevimli gelebilirdi başka bir zaman olsa. Ama şu anda kendisine dimdik bakan o meraklı gözlerden rahatsız olmuştu işte. Zaten hiç bir zaman ona dümdüz bakılmasından hoşlanmazdı; hele de şimdi! “Yasemin! Rahat bırak ablayı! Gel bakayım buraya!” Küçük kız, annesini hiç duymamış gibiydi. Sağ elindeki kırmızı kovayı ona doğru uzatarak ”Oynayalım mı?” diye sordu. Genç kadın, ne diyeceğini bilemez bir şekilde şaşkın şaşkın küçük kıza baktı.”Şimdi değil tatlım; belki daha sonra…Çok yorgunum…” Annesi hala bağırıyordu,”Bak hiç dinliyor mu beni? Yarın denize getirmem bak seni; bilmiş ol!”. Küçük kız, verilen yanıt hoşuna gitmediğinden olsa gerek, hala annesine kulak asmadan, bir put gibi başucunda dikiliyordu. Aniden, olduğu yerde doğrularak sinirli hareketlerle etek uçlarındaki kumları eliyle silkelemeye başladı. Huzursuz olmuştu bu meraklı misafirden. Hoş, aylardır ne zaman huzurlu hissetmişti ki kendisini?

 

Bu sırada kızın annesi, şişman gövdesinden beklenmeyecek çeviklikte yanlarına geliverdi. Yüzünde mahcup bir ifade ile kızının elinden tutup çekiştirerek götürmeye uğraşırken, bir yandan da özür dilemeye çalışıyordu. “Kusura bakmayın n’olur! Abisiyle kavga edip küstüler, sonra da canı sıkıldı ya, kendisine arkadaş bulmaya çalışıyor işte. Çok rahatsız etmemiştir umarım. Ben şimdi onları barıştırırım”. Genç kadın zorla gülümsemeye çalıştı ama yüz ifadesi hiç değişmemişti. “Sorun değil… Çocuk onlar…” . Sarı saçlı tombul çocuk, poposunun arasına girmiş bikinisiyle; bir eliyle annesinin elini tutmuş, diğer eliyle kovasını sallayarak giderken hala mızıldanıyordu, “Barışmıycam işte! O, benim küreğimi kırdı!”.

 

Anne ve kızı giderek uzaklaşırken, beyninin labirentlerinde kaybolduğunu sandığı bir ses yankılanıverdi kulaklarında bir anda. “Senden nefret ediyorum. Anlıyor musun? Yüzünü görmek istemiyorum!”. Sahi, neydi acaba o gün tartıştıkları? Neden nefret etmişti ki ondan o kadar? Hatırlamaya çalıştı. Aslında hatırlamıştı ama aklına gelenler hiç de hoşuna gitmemişti. Tartıştıkları konu, ondan nefret etmesini hiç mi hiç gerektirmiyordu. Evet… Farklıydılar… Bir çok konuda aynı düşünmüyorlardı. Ama aynı olmak mıydı hep iyi olan? Nefret etmek ya da kırıcı sözcükler haykırmak daha mı kolaydı?“. Tanıdık davranışlar mı görmekti hep istenen? Nefretini haykırırken yüzüne, “O”nun gözlerinden geçen kara bulutu hatırladı içi sızlayarak. “Ne kadar saçma sapan olaylardan dolayı, boşu boşuna hırpayıp incittik birbirimizi…” diye mırıldandı kendi kendine. Hele de şimdi “O” gitmişken artık hayatından, ne kadar anlamsızdı bütün bu saçma sapan yaşananlar...

 

İleride, açık denizin üzerinde uçan bir martıya dikti gözünü. Önce sabırla, denizin üzerinde daireler çizerek uçuyor, avını buluyor, hedefe kilitlendikten sonra da hızla suya dalıp, ağzında bir balıkla tekrar gökyüzüne yükseliyordu. Bazen grup halinde, bazen de yalnız başına uçuyorlardı. “O” varken de martıları seyretmişlerdi birlikte bu kumsalda. Hatta bir martıyı gözlerine kestirip, üzerine bahse bile tutuşmuşlardı. Eğer martı suya dalıp ağzında balıkla çıkamazsa , iddiayı kaybeden akşam yemeği ısmarlayacaktı. Üst üste kaç yemek borçlandığını hatırlamıyordu şimdi, ama şansı hiç yaver gitmemişti o gün.

 

Aniden esmeye başlayan rüzgardan mı, yoksa hatırladıklarının canını yakmasından mı, tam ayrımına varamadı ama üşümeye başlamıştı. Omuzlarının üzerine, yanında getirdiği hırkasını aldı. Dizlerini oturduğu yerde karnına doğru çekip, kollarını bacaklarına doladı. Yan taraftaki aile, çıkan rüzgardan rahatsız olmuş aceleyle toparlanıyordu. Uzaktaki gençler ise ortalarda görünmüyorlardı. Ne zaman gittiklerini nasıl da farketmemişti? Karadan denize doğru giderek sert esen rüzgar, lacivertleşen deniz üzerinde açıklara doğru yayılan minik dalgalar oluşturmaya başlamıştı. Zaman zaman kum taneleri bir anda havalanıyor, göz gözü görmez oluyordu. “Yalnızım...” diye mırıldandı kederle. “Hem de çok yalnız...”. Alnını dizlerine yasladı. Kum taneleri, minik oklar gibi tenine çarpıp canını acıtıyordu artık. Birden, bütün gövdesi sarsılmaya başladı. Sanki bir yanardağın patlamasından hemen önceki sarsıntılara benziyordu. Göz yaşlarına daha fazla engel olmadı. Avaz avaz ağlıyordu ama sesi rüzgarda kayboluyordu.

Devam edecek...

2 yorum:

  1. Sevgili Yeşim, Bu öykünü hatırlıyorum.Sonunu nasıl merak etmiştik. Büyük patırtılar çıkmıştı ilk bölümün ardından.Ve sen bir savaşı kazandın orada ama yazmadın bir daha da. Biliyor musun sizlerle daha güzeldi MB. Şimdi biraz duruldum vaya üyeler çoğalınca yabancı sokaklarda dolaşıyormuşum hissine kapılıyorum..Eline sağlık devamını da okuyacağım. sevgiler.

    YanıtlaSil
  2. Değil mi Ezgi. Bu öykünün ardından ne karmaşa yaşanmıştı blogda. Savaşı kazandım belki ama orada bulunmanın heyecanını yitirdim. Çok ender de olsa ara sıra bir bakınıyordum ama eski tadı yok gibi geliyor bana. Sen de en kısa zamanda evine taşın. Dört duvarı sana ait bir olsun. Çok sağol

    YanıtlaSil