15 Mart 2009 Pazar

HAYATA!

istanbul-008Ağustos ayının ortalarında  şaşırtıcı serinlikte bir akşam vakti, denize tepeden bakan sakin bir restoranda , korkulukların hemen kenarındaki bir masada, orta yaşı hayli geçmiş bir adam elindeki rakı kadehini denize doğru kaldırarak seslendi:

-  “Can yoldaşı dostlar çekildi gittiler
     Ecel çiğnedi hepsini birer birer
     Yan yana oturmuştuk hayat sofrasına
     Bizden bir kaç kadeh önce sızdı gittiler.” *

Cümlesi bittiğinde , yakamozdaki ışıltılara bir an için dalıp gitti. Yer yer seyrelmiş saçları, üzerine düşen ay ışığında gümüş  gibi parlamaktaydı. Yaşıtlarına göre dinç görünüyorsa da , her akşam içmekten dolayı giderek büyümüş ve gerilmiş kocaman bir göbeği vardı. Ağlarını toplayıp, burnunu limana yöneltmiş olan bir balıkçı teknesinin soluk sarı ışığının, yakamozun üzerinden nazlı nazlı geçişini  gözleriyle takip etti. Sanki o renk cümbüşünün gizeminde bir şeyler aramaktaymışçasına bir süre daha sessizliğini korudu.Sonra, kararlı ve gür bir sesle konuşmasına devam etti:
 
- Hadi bakalım… Hayata!

Elinde sımsıkı tuttuğu buzlu rakısından büyük bir yudum aldı. “Domuz sıkısı” hazırladığı rakısı  – ki gittiği her yerde rakısını hep kendisi hazırlardı- boğazından aşağıya doğru kayarken genzini yakmıştı. Hafifçe öksürerek boğazını temizledi.

Kayıtsız gözlerle masaya gelen mezeleri kontrol etti. Buraya sık sık geldiği için artık garsonlar daha adam sipariş vermeden yüklü bir tepsiyle masanın yanında bitiveriyorlardı. Tulum peyniri-ceviz , barbunya pilaki, deniz börülcesi, şakşuka, hibeş, patlıcan salatası bu tek kişilik rakı sofrasına ilk anda gelen soğuk mezelerdi. Sonra zamanı geldikçe , ama mutlaka tam zamanında, diğer ikramlar da gelecekti; biliyordu, çünkü her zaman böyle olurdu… Deniz börülcesinden bir çatal aldı.

- Hey gidinin Osman’ı! Beni bile alıştırdın ya ota çöpe; helal olsun sana!

Gözleri birer durgun göl haline dönüşüverdi birden bire…

- Sen de koydun gittin ya beni…

Sözünün devamını getirmedi; boğazında yutkundukça gitmeyen inatçı bir lokma vardı sanki. Sesindeki titremeyi belli etmemeye çalışarak yan masaya servis yapan garsona seslendi:

- Oğlum çay getir!

Garson, birkaç dakika sonra elindeki  ince belli bardağı adamın önüne koydu. Adam çayına atarak karıştırdığı  iki kesme şekerin erimesini dalgın dalgın seyrederken, terlemiş kırmızı suratlı garsonun hala başında kımıldamadan öylece durduğunu fark etti:

- Hayırdır; ne oldu?
- Abi bir şey soracağım…

- Sor bakalım.

- Şimdi … Rakı soğuk, çay da sıcak…

- Eeee?

- Yani nasıl oluyor bu iş?

- Pek güzel oluyor evlat… Bilir misin; harareti alır çay?

- Haaaa öyle mi?

- Öyle…

- Peki abi… Sağol!

- Adın ne senin?

- Mustafa abi…

- Hadi bakalım Mustafa; bak şu masadan sana sesleniyorlar.

Mustafa, kendisine seslenen müşterilere doğru telaşlı adımlarla yürürken bir yandan da bu tuhaf adamı çözmeye çalışıyordu. İşe henüz yeni girdiği için  çok fazla bilgisi olmamakla birlikte, diğer garsonların kendi aralarındaki sohbetlerine kulak misafiri olmuştu. Adamın, her Cuma aynı saatte gelip, aynı masada oturduğunu biliyordu örneğin… Eskiden hep o gün arkadaşlarıyla rakı sohbeti yapmak için buluştuklarını ve artık hayatta kalan tek grup üyesi olarak geçmişi yaşatmak adına bu geleneği sürdürdüğünü de öğrenmişti.

Adam, yarısı boşalmış rakı bardağındaki buz beyaza dalmış gitmişti. Cep telefonunun ortama son derece tezat neşeli melodisiyle birdenbire irkildi. Boynuna zincirle asılı duran  yakın gözlüğünü gözüne takarak arayanın kim olduğunu okumaya çalıştı. Yüzünde telaşlı ama mutlu bir ifadeyle telefonu açtı:

- Kızım? Nasılsın? Aman aman iyi ol… Ben de iyiyim işte n’oolsun?  Efendim? Haaa müzik sesi mi? Restorandayım. Yok yok o değil; hani şu deniz kenarındaki? Hani siz geldiğinizde de gelmiştik birlikte? Haahh işte! Nasılmış benim torunum? Yürümeye başladı mı? Yakında yürür merak etme… Sen de yaşında yürümüştün. Havuç kafa nasıl? Yahu ne kızıyorsun? Saçları kırmızı değil mi yani? Tamam tamam demedim bir şey… Nasıl da savunuyor bak kocasını?

Masanın üzerinde duran paketten bir tane sigara aldı; iki parmağının arasında  yuvarlayarak tütünü yumuşattı. Sigarasını yaktı ve derin bir nefes çekti:
 
- Hava nasıl orada? Gene yağmur yağıyor mu habire? Eeee tabii Londra’nın puslu havası meşhurdur malum. Millet boşuna mı depresyona giriyor? Hülya aradı mı seni? Haaa internetten mi görüştünüz? “Ablamı arayacağım” diye tutturdu. Derdi neymiş zillinin?  Aman aman söyleme! Zaten hep suç ortağı oldunuz; hala da öylesiniz ya…Hadi  hadi çok konuştuk; kapatalım da çok yazmasın Zeynep’im. Yok yok çok içmiyorum merak etme… Tamam güzel kızım benim. Hadi Allah’a emanet olun… Ben de öpüyorum…

Telefonu kapattı. Rakısından büyük bir yudum aldı. Gözyaşlarını çevredekilere belli etmemeye çalışarak uzaklara daldı gitti gözleri. Zeynep uzun süredir Londra’da yaşıyordu. Üniversiteyi bitirdikten sonra yabancı dilini geliştirmek için bebek bakıcılığı ayarlayıp gitmiş; sonra da çalıştığı evin kadının erkek kardeşi James ile birbirlerine aşık olmuşlardı. Başlarda çok tepki gösterdiyse de kızının gözlerindeki pırıltı, bağrına taş basması gerektiğini hatırlatmıştı kendisine… Gelip Türk geleneklerine göre  istemişler, nişan ve nikah peş peşe yapılıp Londra’ya gelin gitmişti Zeynep.

Diğer kızı Hülya da İstanbul’da büyük bir GSM şirketinde çalışıyordu. 2 yıl önce serseri bir adama takılıp kalmış, bütün karşı çıkmalara karşın  evlenmiş ve 2 ay süren bir evliliğin ardından olaylı bir şekilde boşanmıştı. Dişlerinin arasından ıslık gibi bir ses çıkartarak söylendi:

           -     Allahın belası herif! Mahvetti kızın hayatını!

Babası olarak hep yanında olduğunu, isterse İstanbul’u bırakıp yanına gelebileceğini söylediyse de Hülya bu teklifi kabul etmemişti. Kendine yeni bir iş bulmuş, düzenini kurmuştu. Hayatında şu anda  birisi olup olmadığını bilemiyordu. Ketumdu Hülya; öyle her şeyini anlatmazdı. Bir ablasıyla paylaşırdı neyi var neyi yoksa.

Adam, rakının bardakta kalanını bir dikişte bitirdi. Derin bir nefes aldı:

- Offf offff! Sözde iki tane kızım var ama yine de yalnızım. Gerçi Allah acılarını göstermesin. Uzakta da olsalar iyiler ya çok şükür!

Mustafa, çıtır çıtır kızarmış kalamar tabağı elinde, koşarak adamın yanına geldi:

- Abi! Rakınla çayını tazeleyim mi?

- Olur oğlum tazele bakalım. Yalnız çay biraz daha demli olsun haaa!

- Tamam abi…

Adam, masaya konulan kalamardan bir çatal aldı. Daha soğumamış olduğu için dili yanmıştı. Ağzını açarak eliyle serinletmeye çalıştı. Kendi kendine homurdandı:

- Bir beklemeyi öğren be adam! Her zaman yakarsın ağzını burnunu…

Kalamardan üfleyerek bir çatal daha aldı. Gözleri bir anda yandaki masaya takıldı. Kendi yaşlarında bir kadın ve adam, kırmızı şarap kadehlerini tokuşturuyorlardı. Kadın heyecanlı bir ifadeyle bir şeyler anlatıyor, adam da gülümseyerek kadını izliyordu. Zaman zaman da kahkaha sesleri yükseliyordu masadan.

Karşısındaki boş sandalyeye takıldı gözleri. Sofrasındaki eksikliğin ne olduğunu aslında kendisi de çok iyi biliyordu. Belki de sırf bu yüzden restoranın mutfağında ne varsa sipariş vererek masanın üzerinde yer kalmamacasına dolu olmasını istiyordu sofrasının.  Bu meze yığınlarının arasında, o boş sandalyenin  gözüne çarpmayacağını umut ediyordu nafile bir çaba ile…

Karısı hep hayatını kolaylaştırmıştı adamın. Ne alışverişi bilirdi eskiden , ne de atlet katlamaktan haberi vardı.  Akşamları  uzun uzun sohbet ederlerdi çocuklar uyuduktan sonra. Adamın anlattığı can sıkıcı herhangi bir olayı dikkatle dinler, sonra da kendince öyle bir yorumlardı ki adam şaşkına dönerdi. Nasıl olup da bu çözümü kendisinin düşünememiş olduğuna hayret ederdi her seferinde.

- Ahhh kadın ahhhh! Ne vardı erkenden göçüp gidecek? Şur’da karşılıklı iki çift laf edecektik ne güzel!

- Bir şey mi dedin abi?

- Nee? Haa yok! Kendi kendime söyleniyordum işte…

- Hiç kendi kendine konuşulur mu abi?

- Konuşulur evlat; konuşulur… Karşında kimse yoksa kendi kendine konuşursun işte benim gibi. Hanıma söyleniyordum…

- Hayırdır abi? Kızdırdı mı yenge seni? Benim hanım da bazen bir başlar dırdıra…

- Kızdırdı tabii… Erkenden göçtü gitti. Yalnız bıraktı beni…

Mustafa’nın yüzü birdenbire ciddileşti. Sorduğu sorunun uygunsuzluğunu fark etmişti. Yutkunarak sözüne devam etti:

- Allah rahmet eylesin… Mekanı cennet olsun. Çoluk çocuk var mı abi?

- Var iki tane… Uzaktalar ama…

- Allah bağışlasın…

- Amin… Aminnn…

Mustafa, acilen konuyu değiştirmesi gerektiğini hissetmişti:

- Balıkları marş edeyim mi artık?

- Olur olur… Önce bir çay daha getir hele… Haa balıkları çok da kurutmasınlar söyle de…

- Tamam abi…

 

“Daha kaç akşam geçecek böyle?” diye düşündü kendi kendine… “Yetmez mi bu kadar yaşamak? Bütün sevdiklerim ya öldü ya da uzaklardalar… Ya ben? Ben n’apıyorum ki  böyle amaçsız? Ne anlamı var ki? Aynı mahallede kocadım, aynı evde kır düştü saçlarıma… **. Yapayalnız öleceğim… Yapayalnız…”

Cep telefonunun neşeyle çalan melodisi düşüncelerini bölüvermişti. Aslında çok da iyi olmuştu. Çünkü biraz daha düşünmeye devam etseydi, koskoca adam hüngür hüngür ağlamaya başlayacaktı.

- Kızım? İyiyim canım benim. Haaa evet evet… Or’dayım…  Eeee Cuma akşamı ne de olsa! Yok yok ölmedikçe hiç sektirmem; biliyorsun… Biraz önce de ablan aradı. İnternetten görüşmüşsünüz. Bana söylemediğin bir problemin mi var senin? Ne bileyim? Pek bir esrarengiz davranıyorsun da…

Adam, az önce gelen çayından bir yudum alıp kuruyan boğazını temizledi. Bu arada Mustafa, getirdiği çıtır çıtır barbunları özenle masaya yerleştirdi ve telefonla konuşan adamı rahatsız etmemek için hızla uzaklaştı.

- Hadi çıkart bakalım ağzındaki baklayı Hülya Hanım… Hımmm… Evet?  Yaaa? Eeee? Ne kadar oldu tanışalı? Dört ay demek… Ne düşünüyorsunuz peki? Anladım… Acele etme tabii.  Haaa tanıştırmaya getireceksin demek. Ne zaman? Önümüzdeki bayramda mı? Olur kızım. Aman dikkat et; kaptırıverme kendini. Hayırlısı neyse o olsun. Uzun süredir sesini bu kadar neşeli duymamıştım. Seni mutlu eden adamı ben de severim… Tamam canım… Görüşürüz gene . Hadi kapat artık; balıklarım soğuyor bak senin yüzünden. Hay deli kız! Ben de seni çok seviyorum. Tamam merak etme ben iyiyim. Ben de öptüm. Görüşürüz…

Kendi kendine gülümsedi. Kızlarıyla sık sık konuşup iyi olduklarını duyduğu zaman içi rahat ediyordu. Zeynep, hayatını düzene sokmuştu. Hülya da kendisine bir yuva kursa , artık aklı onlarda kalmayacaktı.  Peki düşünecek bir şeyi kalmadığında nasıl geçecekti zaman? Şimdi en azından Hülya için ayakta durmak ve zamana kafa tutmak zorunda hissediyordu.  Balığını isteksiz isteksiz yemeye başladı.

“Sonra” kelimesi onu sıkıntıya sokuyordu. İstiyordu ki artık bir “sonra” olmasın. Sadece “şimdi” olmalıydı hayatında… “Sonra” yı düşünmek için fazlasıyla yorgun hissediyordu kendisini. Geçen her gün, sevdiklerini birer birer elinden almıştı. Hayallerinde canlı tutmaya çalıştığı anılardan başka bir şey kalmamıştı elinde; zamanın törpülemesiyle giderek saydamlaşan anılar…

- Nasıl abi? Beğendin mi balığı?

- Çok güzeldi evlat; ellerinize sağlık ama çok yedim gene…

İri göbeğini iki eliyle avuçlayıp gülümseyerek salladı:

- Eeee bu göbeği boşuna yapmadık herhalde! Neyse… Geç oldu… Sen hesabı getir bakalım Mustafa. Meyve falan istemiyorum. Sadece  soda limon ama sıkma limon suyuyla olsun. Midem fena ekşidi.

- Tamam abi…Hemen getiriyorum.

Biraz sonra  Mustafa, soda şişesi ve bardağın içinde sıkılmış limon suyuyla geri geldi. Elindekileri masaya bıraktı:

- Türk kahvesi  de yaptırayım mı abi?

- Haaa bak o iyi olur valla… Sağol!

- Sen sağol abi…

Az sonra kahvesinin son yudumunu almış, hesabı ödemiş, kalkmaya hazırlanıyordu. Birazdan gidecekti… Haftaya bugün ne yapacağını biliyordu ama ya diğer günler? Zaman nasıl geçecekti ya da neden geçmeliydi? Cep telefonu ve sigarasını çantasına yerleştirdi. Arabasının anahtarını bulup cebine attı. Ağır hareketlerle ayağa kalkıp gerindi. Mustafa koşarak adamın yanına geldi ve hararetle elini  sıktı:

- İyi geceler abi… Gene bekleriz…

- İlahi evlat! Her hafta bur’da değil miyim yahu?

- Olsun abi… Lafın gelişi işte…

- Peki bakalım öyle olsun! Haydi eyvallah!

Mustafa, onu çağıran müşteriye yetişmek için telaşla koşarak uzaklaştı. Adam son bir kez, denizin üzerindeki yakamoza baktı.  Gözleri uzaklarda belirsiz bir noktaya kilitlenmişti:

-    “Gelip de eskiyenler, yeni gelenler,
                  Hepsi gider bugün yarın, birer birer;
                  Kimselere kalmamış bu eski dünya
                  Kimi gitti gider, kimi geldi gider.” *

Bardağında kalan son yudum rakısını manzaraya doğru uzattı ve gülümsedi:
- Hadi bakalım… Hayata!

Artık eve gitme vakti gelmişti… Onu kimsenin  beklemediği evine…

 

 

*Ömer Hayyam/ RUBAİLER
** Konstantinos  Kavafis /ŞEHİR

6 yorum:

  1. Etrafımızdan sevdiklerimiz birer birer eksilirler. Kimileri aramızdan ayrılır; kimileri de yanımızdan... Öykümü beğenmene çok sevindim Özlemciğim. Çok sağol...

    YanıtlaSil
  2. eee sonra demek istedim:) bence de Özlem'in son cümlesini dikkate almalısın. bayram gelecek, bayramda Hülya gelecek, ondan önce haftaya cuma gelecek..

    hikayenin en çok hüznünü sevdim. yalnızlık ve eksiklik yaşanırken elde kalanlara şükrederek mutlu olmaya çalışmak, gidenlerin ardından hüzünlenmek.. duyguyu o kadar güzel aktarmışsın ki çok beğendim. sevgiler..

    YanıtlaSil
  3. Özlem , son cümlesini burada yazmanın yanında bizzat telefonda da tekrarladı:))) Tabii ki yazmak da biraz antrenman işi. İlk başlarda 2 sayfalık bir öyküyü yazıncaya kadar karnıma ağrılar giriyordu. En azından 5-6 sayfaya çıktım zamanla. Roman yazmak için daha çokkkk fırın ekmek yemem gerekiyor bence. Ama yine de bu sözlerinizle bana cesaret verdiniz ikiniz de. Sağolasın...

    YanıtlaSil
  4. tek klimeyle hayat işte...
    içindeki ve dışındaki...

    yüreğine sağlık...

    YanıtlaSil
  5. Hayat evet... Gidenlerle ve geride kalanlarla... Çok sağol Özlemciğim...

    YanıtlaSil
  6. Şimdi sen söyleyince fark ettim Engin. Sanırım ben mekandan çok, kişiler ve onların mimikleri, jestleri ve ruh halleriyle uğraşıyorum genelde. Bu uyarını dikkate alacağım mutlaka. "Eee daha önce söyledim bak, gene aynı haliyle yayına vermişsin" dersen haklısın:) Biraz demlensin hele yeniden gözden geçireceğim; söz... Çok sağolasın...

    YanıtlaSil