Bilmediğim bir kentin ıssız bir sokağındayım. Saat gece yarısını geçeli çok olmuş sanırım; ortalık o kadar sessiz ki! Sadece nefesimin sesini duyabiliyorum. Ne bir köpek havlaması, ne de bir korna … Buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Sanki şu andan öncesini hiç yaşamamışım ya da tümüyle hafızamdan silinmiş gibi… Ne yapacağımı bilemez bir şekilde çevreme ürkekçe göz gezdiriyorum. Arnavut kaldırımı taşlarla döşenmiş minik bir sokaktayım.Sanırım biraz önce yağmur yağmış. Taşların üzerinde , sokağın sonunda bulunan sokak lambasının cılız ışığının yansımalarını görebiliyorum. Elimle saçlarıma dokunuyorum; ıslaklar… Üzerimdeki giysiler de öyle… Şaşırıyorum. Yağmurun altında, nerede olduğunu bile bilmediğim bu sokakta ne işim var benim?
Saatin tik-takları beynimin labirentlerinde yankılanıyor. Öğle arası yemeğe çıkma gafletine düştükten sonra, serin bir mekanın özlemiyle, koşar adım geri döndüm. Sıcağın yorgunluğu çöktü üzerime. Her ne kadar hava durumunda sıcaklık 34 derece olarak belirtiliyorsa da, arabanın termometresi gölgede 38, 5 'u gösteriyordu. Kapı ve pencereler sıkıca kapalı, klima var gücüyle çalışıyor. Oysa ben, pencereden gelen rüzgarı hissetmeyi , kuş seslerini dinlemeyi ve çimenleri koklamayı istiyordum. Her yaz , sıcaklar bastırdığında , dört duvar arasına tıkılmaktan ve terlemekten nefret ediyorum. Sabah duş alıp, ferah ve taze bir şekilde güne başlamışken, daha üzerinden 5 saat geçmiş olmasına karşın, tekrar bir duş alabilmek için yanıp tutuşuyorum.
“Yeşiiiiimmm! Hadi eve gel artııııkkk! Baban gelecek birazdaaannnn!”… Bu, sanırım benim yaşlarımda olan herkesin, çocukluğunda sokaktan eve girmeleri için klasikleşmiş bir çağrıydı o zamanlar. Bütün gün sokakta kan ter içinde , tüm enerjimizi tükettikten sonra, yorgun, terli ama bir o kadar da sakinleşmiş bir halde evlerimizin yolunu tutardık. Sofraya oturmadan eller , parmak aralarına kum girmiş ayaklar bir güzel yıkanır, temiz pak yemeğe otururduk. Uyurken, kafamızda yarınki sokak düşüncesiyle, huzurlu bir uykuya dalardık. Neler yaşamadık ki sokakta?
Çok çocuklu ailelerde , oda sorunu her zaman olur , tahmin edilebileceği üzere… Bizimkiler de bu sorunu ranza ile çözmüşlerdi o yıllarda.Ranzanın kenarlarını, bir çarşaf ya da battaniye ile kapatırdık. Ayak ucu tarafına, ranzaya yakın olarak iki tane sandalye koyardık. Sandalyeler atımız, ranza da arabamız olurdu ! Sandalyelere bağladığımız ipler gem görevi görürdü. Ranza ve sandalyelerle yarattığımız at arabamız buram buram “Küçük Ev” kokardı…Belki de babamın o zamanlar sıklıkla izlediği Western filmlerin etkisinde kalmıştık, bilemiyorum… Mutfakta ne kadar tabak çanak varsa hepsini doldururduk arabamızın içine. Hatta erzak dolabından pirinç, şeker, bulgur da koyardık Ne de olsa uzun yola çıkacağız, yolda açlıktan ölmek de istemeyiz haliyle… Giysi dolabımızdan, iç çamaşırı, pantolon, kazak ve çoraplardan oluşan minik bir bohça hazırlardık her birimiz. Ranzanın ucuna ablam ve ben oturur, elimizdeki iplerle atlarımızı (!) yönlendirirdik “Dehhhh”, “Hoooo oğlum!” çığlıklarıyla…