Yıl 2009... Ne zamandır Türkiye’ye gitmedim. Üstlerimi ikna edip, şüpheleri üzerime çekmeden kendime bir görev çıkartmam hiç de zor olmadı aslında. Sadece kendime bir koordinat belirlemem gerekiyor. Şu Google Earth de basit masit ama nostaljik olduğu için sevimli geliyor bana. Evetttt! Zzzıttırı pıttırı bızıbızı zııırrrt. Şu Türkler çok komik! Bizim bu seçim yapma oyunumuzu “Ooo pitiii piiitiii karamela sepetiiii” gibi bir çeviriyle söylüyorlar. Aman nasıl biliyorlarsa öyle yapsınlar; bana ne? Neyse üsse haber vereyim:- Xyzicon merkez?
- Dinliyoruz Zubidik.
- Koordinatları veriyorum. Kuzey 36.26.31.09 , Doğu 29.36.8.39
- Yine Türkiye galiba…
- Evet... Antalya, Kaş, Sütleğen Köyü...
- Anlaşıldı Zubidik. Bol şans!
Baharın gelmesiyle birlikte doğadaki uyanışa tanık oluyorum büyük bir keyifle. Sert geçen kışa inat, yeşile çaldı dört bir yan… Geçici görevimin ilk günlerinde dağları beyaz bir örtü gibi kaplayan karlar yavaş yavaş erimeye, dereler kar sularını göllere taşımaya başladı. Nisan sonu, Mayıs başı , Gömbe ve civar köylerinde heyecan içinde beklenir. Çünkü her sene bu tarihler arasında Gömbe’yi koynuna almış gibi duran azametli Akdağ’dan buradakilerin diliyle Uçarsu’nun “patlama” zamanı gelmiştir.
Çocuk olmak çok güzel değil mi? Zaman zaman hepimiz çocukluk günlerimize dönmeyi istiyoruz. Yaşamın omuzlarımıza yüklediği o kocaman, içi sorumluluklarla dolu çuvalı sırtımızdan attığımız gibi çayırlarda nefes nefese koşturabilmeyi belki de... Gün geceye dönene kadar bisiklete binmeyi, burnumuz güneşin yakıcılığıyla soyuluncaya kadar kumdan kaleler yapmayı, akşam üstleri nefis kokan kızarmış patatesin başına çöreklenip bir solukta hepsini bitirmeyi kim özlemez ki?
Karikatür çok farklı bir sanat dalı bence. İronik, saçma, politik, yani aklınıza gelen her türlü şekliyle, zaman zaman içinde yaşanılan kültüre dönük, zaman zamansa evrensel öğelerle beslenebiliyor.
Derin kırışıklıklarla dolu yüzü yorgun görünüyordu; hem de çok yorgun. Başındaki kasketin gölgelediği zayıf yüzüne ve çökmüş gözlerine baktım. Elindeki sağlık karnesini ürkekçe bana uzattı: “Hanımın ayakları rahatsız; o yüzden getiremedim. Sürekli kullandığı bir tansiyon ilacı var. Onu yazdırmak istiyordum.” Karşıdaki koltuğa oturabileceğini söyledim.
“Hanımefendi daha ne kadar bekleyeceğiz?”. Bu sinirli cümleyi kimin kurduğunu görmek için bilgisayardan başımı kaldırıp sesin sahibine baktım. Kaşları çatılmış, burun delikleri genişlemiş ve dişleri birbirine kenetlenmiş bir adam kapının önünde duruyordu. “Hastanızın ismi neydi?”. Öfke dolu bir sesle önce hastasının adını söyledi, sonra da söylenmeye devam etti. Ekrandaki poliklinik listesinden kontrol ettim. Bu isimde bir hasta kayıtlı değildi. “Benim listemde görünmüyor. Diğer poliklinikte kayıtlı olabilirsiniz.” dedim.
- Biliyor musun? Benim hanımı bugün İstanbul’a gönderdim! Yolda şimdi…
Çiçekli desenli şalvarı ve beyaz yemenisiyle tam bir köylü kadınıydı. Güçlü kolları ve kalın bilekleri vardı. Avuç içleri kabalaşmış; topukları susuz kalmış toprak gibi çatlamıştı. “Ne kadar şanslı olduğunun farkında mısın? “ dedim. Çapaladığı topraktan başını kaldırıp, öylece yüzüme baktı: “Niye ki?”. “Niyesi var mı? Bu bahçe senin değil mi?”. Hala anlamaz bakışlarıyla yüzümü süzüyordu: “Benim?”. “Yani şu elma ağacı, köşedeki kırmızı güller, şu tavuklar?”. Sanki ilk defa görüyormuş gibi, telaşla koşuşan tavuklarına baktı: “Onlar da benim”. “İşte bak! Bu yüzden sen çok şanslısın…”.
Burnunun ucuna düşürdüğü gözlüğünün üzerinden ciddi bir bakış fırlattı: