Hava soğuktu… Hem de çok soğuk. Kulakları sızlıyordu. Başındaki kenarları sökük gri el örgüsü beresini düzeltti. Ana caddenin hemen arkasındaki bu yalnız sokakta , terkedilmiş bir iş hanının sundurmasının altında ayakta duruyordu. İçinde, topladığı gazeteleri yaktığı yağ tenekesinin başına çömeldi. Parmak uçları morarmış kaba ellerini aleve doğru uzattı. Sonra ellerini ağzına götürüp hohlayarak birbirine sürttü.Zenginlerin oturduğu semtlerden birisinin çöp kutusunda oldukça yeni durumda bulduğu ayakkabılarına baktı. Nasıl olup da bu kadar yeni bir ayakkabının atılmış olduğuna şaşırmıştı ama sevinmişti de… Ne yazık ki artık sağ tekinin tabanı su almaya başlamıştı ve acilen yeni bir ayakkabı bulması gerekiyordu.
Son paslanan mimi elime yüzüme bulaştırıp taca atıp kendimi mim aleminden soyutlamışken, hatırını kıramayacağım sevgili Biraz'dan, okyanusun diğer tarafından bir mim geldi … Konusu “Orada bulunmaktan keyif aldığım mekanlar”… Bir düşüneyim bakayım neler çıkacak ortaya?
Dün de herhangi bir Pazar sabahından farksızdı. Anneme sabah kahvaltısına davetliydim. Gökyüzünde yer yer bulutlar da olsa, aralarından gülümseyen güneşin sıcaklığı bile keyfimi yerine getirmeye yetmişti. Kırmızı ışıkta beklerken dikiz aynasından, hemen arkamdaki arabada hararetle tartışmakta olan bir adam ve kadın dikkatimi çekti. Arabanın ön camında bir tıp amblemi bulunmaktaydı. Her ne kadar artık her önüne gelen rahatlıkla bu amblemlerden edinebiliyor olsa da , adam ya da kadını tanıyıp tanımadığımı anlamak için ikisine de daha dikkatlice baktım; tanımıyordum.
Dün gece National Geographic’in televizyon kanalında , uykusuzluğumu göz ardı edecek kadar ilginç bir belgesel film izledim. Dünya yüzeyindeki farklı kültürlere ait insanların gerek geleneklerini yaşatmak adına, gerekse kişisel tercihlerini kullanarak bedenlerinde yaptıkları değişiklikler konu ediliyordu.
Bazen aslında bir şeylerden söz etmenin bile yüreğimizi dağladığı durumlar vardır. Sanırız ki onları konuşmadığımızda, hiç olmamış ya da yaşanmamış gibi davranabiliriz. Var olan durumu yok sayar, bir şekilde içimizi rahatlatmış gibi hissederiz kendimizi. Ortaklandıklarımızla sessiz bir anlaşma yapılmış gibidir adeta. Orada olduğunu ve alev alev yandığını bile bile, tüten dumanından boğulmak pahasına susarız…
• Yemek yerken ısrarla konuşmaya çalışanlara...
Ana rahmine dönme isteği kadar vahim bir noktada olmasam da sanırım çocukluk dönemimi anımsama günlerim başladı yine… Bir süre böyle devam edip sonra geçiyor; meraklanmayın.
Küçük bir kızken, ablamlarla birlikte oturup zaman zaman hararetle yaptığımız bir sohbet konusu vardı: Kiminle evleneceğiz? Tabii ki cinsel kimliğimizin daha bir farkına vardığımız yaşlarda olduğumuz için, evlilikle ilgili ileriye dönük planlar yapma zamanımız gelmişti sanırım. Aslında hiçbir zaman, “büyüyüp ileride telli duvaklı gelin olacaksınız” gibi cümlelerin kurulmadığı bir evde büyüdük biz. Bu yüzden de bizim bu konuşmalarımız annemi hayrete düşürüyordu aslına bakarsanız.
Sizin, hiç ,öğretmeninizi vurup öldürdüler mi???Ne tuhaf bir soru değil mi??Öldürmek de ne demek???Belki de bir kısmınız buna “ evet” diye yanıt vermiştir… 1980 civarı …O dönemde, bir çok insanın annesi,babası,arkadaşı öldürüldü şu ya da bu şekilde….
Sabah uyandığımda, yine bir şarkı beynimde dönüp durmaktaydı. Ama bu sefer ne mutlu bana ki, Cem Karaca'nın en sevdiğim şarkılarından birisiydi kulaklarımda yankılanan... Hafta sonuna girerken istedim ki, hep birlikte söyleyelim:
Kapı , hafifçe açıldı önce. O ince aralıktan, kime ait olduğunu seçemediğim parlayan bir göz görünüyordu sadece. Biraz daha aralanınca gelenin kim olduğunu anlamıştım.
- Nasıl efendim; pidelerimiz hoşunuza gitti mi?
2. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, Japonya’da bir ada olan İwo Jima’da geçen bir çarpışma. Cephede , ülkesini savunmak üzere adaya yerleştirilmiş Japon askerleri ve gemilerle adaya çıkartma yapmaya hazırlanan Amerikalılar… Birbirlerinin düşmanı haline gelmiş –getirilmiş- iki ülkenin insanları, cephenin iki tarafında savaşmak üzere yerlerini alırlar…
Saçlarının arasından ince bir kan sızıntısı şakağına doğru akmış ve koyu kırmızı bir leke gibi donup kalmıştı. Kaç yaşında olduğunu kestiremediğim kadın, başını önüne eğmiş, titredikleri fark edilmesin diye ellerini kucağında birleştirmiş , öylece oturuyordu pansuman odasında. Benimle göz teması kurmamaya özen gösteriyordu.
“ Bisiklete biiinersiiiinnnn
“Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre ulusal yasalarca daha genç bir yaşta reşit sayılma hariç, 18 yaşın altındaki her insan çocuk sayılır. Toplumların geleceği olan çocuk ve gençlerin her yönden sağlıklı yetiştirilmeleri, kişilik gelişimleri için de çok önemlidir. Çocuğun sağlığını, fizik ve psikolojik gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılan hareket ya da davranışlara “Çocuk İstismarı” denilmektedir.” (1)
Sürprizleri sevmem. Daha doğrusu bazılarını severim ama genelde sevmem. Tabii ki bu durum bana sürpriz yapmayı planlayanlar açısından hiç de hoş bir durum olmasa gerek. Uzun emek harcanarak hazırlanmış bir sürpriz, düşünen açısından hoş olsa bile karşı taraf açısından çok da tepkiyle karşılanabilir en azından istenilen etkiyi sağlamaz. Elbette buradaki en önemli nokta, karşıdakini iyi tanımaktır.
- Offf! Çok canım sıkılıyor Hasan!
" Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenler bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir.
Bir gün benim yüzümden Blogger'ın kapanacağını biliyordum... Biliyordum ama gene de yazmaktan geri duramıyordum. Yazma hırsı gözümü bürümüştü. Oysa ki son derece tehlikeli sularda yüzdüğümün farkındaydım. Adeta şeytani bir güç beni kıskıvrak ele geçirmişti.
Bütün ömrümüz boyunca, çevremizdeki herkesle olan ilişkilerimiz alışveriş üzerine kuruludur. Doğduğumuz anda annemizin memesine ilk sarılışımızdan, öleceğimiz güne kadar hep bunun hesabını yaparız. Bu hesaplarla yaşamaya o kadar alışırız ki, başka türlü bir yaşam tarzı olabileceği aklımızın ucundan bile geçmez. Çünkü, verdiklerimizden çok aldıklarımızdır bizim için önemli olan. Bir yatırımcı gibi ne kadar az koyup, ne kadar çok alabiliyorsak, kendimizi o kadar kazançlı hissederiz.
4. Gün
3. Gün
Festival günlüğüme kaldığım yerden devam ediyorum ...
Antalya'da Sonbahar" iki anlama gelir benim için; artık bunalmadan oturulacak serinlikte mis kokulu akşamlar ve Altın Portakal Film Festivali... Yorucu yaz sıcaklarından kurtulan kent halkının kendisini parklara atarak çekirdek çitlettiği, festival organizasyonu içinde bulunan herhangi bir köşede bir ünlüyle fotoğraf çektirebilmek için gözlerini dört açtığı zamanlardır bunlar. Ama taa çocukluğumdan beri anımsadığım ve Antalya'lılar için de festivalin olmazsa olmazı "Festival Korteji" dir.
Madem ki yolun sonuna geldim ve öleceğim... Nasıl geçiririm son günlerimi? Bunu çok düşündüm. Belki de şu sıralar çok yoğun olup klavyenin başına oturamamış olmamın yanısıra, düşüncelere gömülmüş olduğum için de gecikti bu yazı. Aslına bakarsanız bu konuyu ne kadar düşünmeye çalışsam bir o kadar uzaklaştı benden. Çünkü ben sayılı günüm olduğunu düşünme fikrini bile çok ürkütücü buluyorum. İçimdeki yaşama sevinci o kadar yoğun ki; bir gün gelip öleceğim gerçeğini bilmeme karşın bu güne yönelik bir planlama yapamıyorum. Ne kadar uğraştıysam da olmuyor.
Gece ağır ağır ilerleyip, yerini yenice ağaran güne bırakıyor. Göz kapaklarımın bana daha önce hiç bu kadar ağır geldiğini hatırlamıyorum. Yorgunum ama mutluyum. Heyecanlı bir maratonun bitiş noktasını geçtik bugün hep birlikte. Bir kanepeye eğreti bir şekilde uzanmış, öylece sana bakıyorum. Çünkü sen , yüzünde dünyaya
Ramazan ayı geldiğinde hani “Ner’de o eski Ramazanlar” diye başlayan cümleler kurmak adettendir ya –gerçi haklılık payı kesinlikle var bence- işte ben de onu yapacağım. Hiç unutmam Miralay Orhan Bey’le bir gün Tarabya’daki yalının… Yok; konu Ramazan’dı değil mi? Eeee yaş kemale eriyor yavaş yavaş; tamam tamam toparladım… Bugün iki önemli konuda kendimce haklı şikayetlerimi dile getirmek istiyorum: “Pide” ve “Davulcu”…
Bir varmış; bir yokmuş… Zamanın birinde küçük bir kız varmış. Bu küçük kız, zirvesi her mevsim karlarla kaplı bilge bir dağın hemen eteğinde, yemyeşil bir ormanın içinde minicik camdan bir evde yaşarmış. Evinin duvarları sarı,bordo, kırmızı mozaik camlarla örülüymüş. Gece çöküp de yatağına uzandığında yıldızlarla konuşabilmek için evinin çatısı yokmuş. O açık çatıdan bazen ay ışığı süzülürmüş içeri, bazen de minik bir kuş…
Her şey, bir tatil öncesi ne yapacağımıza karar vermeye çalışırken oluverdi birden bire … Taa üniversite yıllarımdan beri, gazetelerin gezi sayfalarındaki turlarda Prag’ı arardı gözlerim. Ne yazık ki bir şekilde hep öncelik olarak daha ciddi ya da gerekli harcamalar yapmayı kendime ilke edindiğimden, Prag fotoğraflarına bakıp bakıp iç geçirmekten öteye gidememiştim. Neden Prag’ı görmeyi bu kadar büyük bir tutkuyla istiyordum; bunu bilmiyorum… Hatta ilk olarak aşkı ne zaman yüreğime yerleşti? Hatırlayamayacağım kadar uzun zaman öncesiydi galiba…
SAHNE 5
SAHNE 1
Küçüklüğümde, o zamanlar büyük bir heyecanla izlediğim “Uzay 1999” dizisinden etkilenmiş olsam gerek, 2000 yılında kaç yaşında olacağımı hesaplamaya çalışırdım. Öyle ya; o yıllar geldiğinde, artık uzay gemilerinin gökyüzünde cirit attığı, ışınlanıp kendimizi başka yerlerde bulabileceğimiz, yolda yürürken bir takım tuhaf canlılara rastlamamızın olağan karşılanacağı bir zaman diliminde yaşıyor olacaktık.
Klostrofobik bypasslı emlakçımız Ramazan Bey'in açıklamalarının yaratmış olduğu sessizlik, annemin kahkahalarıyla bir anda bozuluverdi:
Bir önceki bölümde anneme kiralık ev bakmak için sözleşmiş olduğumuz emlakçı Ramazan Bey, söz verdiği gibi tam 10 dakika sonra ofisinin önündeydi. Ama bu sefer az önce yaşamış olduğum kötü deneyim yüzünden önce adama uzun uzun bakmakla yetindim. Adam iri göbeğini sağa sola sallayarak yanıma geldi. Sesinde çekingen bir tınıyla:
Anneme kiralık bir ev bulmanın telaşı içerisindeydik. İnternet ve gazetelerdeki bir çok ilanı taramış, sayısız emlakçıyla telefon görüşmesi yapmıştım. Yine onlardan birisiyle , 10 dakika sonra ofisinin önünde buluşmak üzere sözleştik. Buluşma yerine yakın olduğumuz için ilk ulaşan da biz olduk haliyle. Yüksek bir apartmanın zemin katında bulunan ofisin önünde arabanın içinde beklemeye başladık. Annem ve ablam, Antalya'nın sıcağında ev ev gezmekten perişan olmuş durumdaydılar.
Deniz kenarında, oldukça yoğun ziyaretçi akınına uğrayan bir balıkçı köyünde gördüm onu. Tepemizde kızgın kızgın parlayan güneşe inat , sadece gözlüğünün kenarlarından belli belirsiz seçilen pembelik dışında teni görünmüyordu; ne teni, ne saçları ne de gözleri… Birkaç adım önünde yürüyen, kocası olduğunu tahmin ettiğim adamın peşinden, elinden sıkıca tuttuğu oğlunu sürükleyerek telaşla yürüyordu. Adam, kadınının aksine, açık renkli kısa kollu bir gömlek ve çorapsız ayaklarına geçirdiği terliklerle son derece rahat görünüyordu. Kaç yaşında olduğunu tahmin edemediğim bu kadın, Burka giyen Afgan kadınlar gibi kendisini simsiyah bir çarşafın arkasına hapsetmişti. Yanından geçen herkesin kendisini bakmaktan alıkoyamadığı tek kadındı o gün o köyde…
Ne zaman yaşamın acımasız parmaklarını boğazımızda hissetsek kaçıp gitmek gelir ya içimizden; sahi olur mu ki? Yani yapılabilir mi, herkesi ve her şeyi bırakıp gitmek? Tüm sevdiklerimizi, evimizi, işimizi, yaşadığımız kenti, hatta belki alışkanlıklarımızı ardımızda bırakarak hayata sıfırdan başlamak mümkün müdür? Başka birisi gibi yaşanabilir mi; kısa ya da uzun sürecek bir dönem içinde? Bambaşka bir insan olarak, değişik bir kentte, yeni bir hayatı yaşamak… Zor mu? Yapanlar var ama farklı farklı şekillerde…
Yazmak, yazmayı sevmek ve yazabilmek… Aslına bakarsanız bir çok açıdan güzel, heyecan verici ve anlamlı olmakla birlikte, uzakları yakın, insanları dost, yürekleri bir yapan bir özelliğe de sahip. Şimdi hala tadı damağımda kalan güzel bir gecenin izlerini bir kez daha sürüp, beynimin labirentlerinde ölümsüzleştirmenin peşindeyim.
Aralık duran dış kapıyı hafifçe iterek, ofisin bekleme salonu olarak düzenlenmiş bölüme girdim. Şimdiye kadar hiç bir ofiste, bu kadar büyük bir bekleme salonu görmemiştim doğrusu. Pembe ve gri tonlarda döşenmiş salonunun rahat koltuklarından birisine oturdum. Büyük pencerelerden gün ışığı içeri tatlı tatlı süzülüyordu. Işığın yumuşaklığı, bana aynalı cam kullanıldığını düşündürdü. Köşelerde yeşil ve büyük bitkiler, krom metal sehpaların üzerinde bazı gezi dergileri, duvarlarda da ülkelerin tatil tanıtımı olan posterler salona ferahlatıcı bir hava vermişti.
Tam olarak başlangıcını bilemesem de sanırım onu sevmeye başladığımda, fakültenin ilk senesindeydim. O, “Yaş 35; yolun yarısı eder” derken, ben daha bahsettiği yaşın yarısını henüz geçmiştim. 35 yaşında olmak nasıl bir şey bilemesem de, o yaşlara gelmekten ürktüğümü anımsıyorum.
Tam 4 gün oldu… Kentin doğusuna baktığımda gökyüzünü kaplayan kirli sarı duman bulutlarını görüyorum; kül yağıyor üstümüze… Genizleri yakan o keskin is kokusu gidecek mi; bitecek mi bütün bu felaket? Artık yangının bittiğini duyabilmek umuduyla TV kanallarını izliyor ya da oralardan gelenlerden neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyorum. İçim acıyor…
Orta yaşın sonlarında iki kadın, güneşlenmekten “kızarmış tavuk” kıvamına gelmiş tenlerine pırıl pırıl parlamalarını sağlayacak havuç yağlarını sürmüş, şezlonglarda sere serpe uzanmaktadırlar. Dudaklarına sürülmüş nar çiçeği rengi rujları, boyunlarındaki süslü kolyeleri, pullu bikinileri ve topuklu terlikleriyle sanki “Düğüne gitmeden önce bir de plaja uğrayıverelim” durumundadırlar.
Bir rastlantı sonucu dinlediğim radyo programında, sunucu canlı bağlantıyla yayına katılanlara şöyle bir soru soruyordu: “ Piyangodan 1 000 000 YTL’lik büyük ikramiye size çıksaydı; ilk iş olarak ne yapardınız?”. Yanıtlar mı? Buyurunuz…
1
3 katlı soluk sarı apartmanın ilk katındaki dairenin kapısı ardına kadar açıktı. Kapının eşiğindeki onlarca çift ayakkabının yanında kendilerininkileri de bırakarak içeri girdi. Huzursuzca etrafına bakındı. Oldum olası sevmezdi zaten böyle ortamlarda bulunmayı. Mutfak dahil her odada bir takım insanlar, nemli gözlerle konuşmaktaydılar. Sessiz ve tedirgin bir kalabalıktı… Dar ve karanlık koridorun sonundaki odalardan birisinden ise ağlama sesleri diğer odalara dağılıyordu.
O sabah aslında uyanmam hiç de kolay olmamıştı.. Uykusuz ve terden yapış yapış bir halde güne başlamanın keyif verecek nesi olabilirdi ki? Söylene söylene bindiğim arabamın radyosunu açtığımda Barbara Streisand’ın en sevdiğim şarkılarından birisi olan “The Way We Were” çalıyordu. Onun o yumuşacık ve insanın yüreğindeki en gizli noktalara dokunan sesi, aralık pencerelerden sokağa yayılıyordu. Bu naif melodinin hücrelerimden içeri sızmaya başladığını ve yavaş yavaş keyfimin yerine geldiğini şaşırarak fark ettim. İşlerine yetişmek için koşuşturan insanların asık suratları ve yolun açılmasını bekleyen araçların korna sesleri yavaş yavaş silinmeye başladı. Yoğun gri sisten duvarları olan bir tünele girdim.
Bir eve daha veda etme zamanı geldi işte… Toparlanıp, eski püskü battaniyelere sarılmış koltukların, esmer ve terli işçilerin sırtında teker teker odadan çıkarılışını izliyorum sessizce. Onlar bir an önce işlerini yapma telaşında bütün odaları hızla boşaltırken , ben hüzünle karışık bir sükunet içinde , hiçbir ayrıntıyı unutmamak adına evin odalarını geziyorum büyük bir dikkatle. Ne tuhaf! Daha düne kadar mutfağında yemek pişen, salonundaki televizyonun sesi koridora yayılan , tuvaletinden sifon sesi gelen bu ev , bir anda tarifsiz bir küskünlüğe bürünüverdi adeta...